Agresifliğimiz Umutsuzluğumuzdandır!
Gezi Parkı olayları sürecinde sinemacılar, tiyatrocular, müzisyenler, edebiyatçılar, ressamların vs. yer aldığı “Ekmek, Özgürlük ve Adalet” platformu olarak kurulan Sanat Meclisi, “11 Mart’ta Berkin İçin Adalet İçin Hayatı Durdur” başlıklı bir video ile Berkin Elvan’ın hayatını kaybettiği 11 Mart için eylem çağrısı yaptı. Videoda “Rahat uyuyor musunuz”, “Huzurunuz yerinde mi”, “Nasıl gülüyorsunuz”, Vicdanınız rahat mı” gibi sorular soruluyor ve öldürülen gencin katilinin hala yakalanmadığı, yakalanıp adalete teslim edilmediği dile getiriliyor.
Eylem çağrısı yapılır, eylem yapılır, yapılmalıdır. Talepler, beklentiler dile getirilir, getirilmelidir. Bunda sıkıntı yok. Ancak öne çıkan aktörler, siyasi tarihimizin elitist-tahakkümcü damarından ziyadesiyle beslenmiş bir diskurla sahne aldıklarında meseleye kayıtsız kalmak mümkün olmuyor. Çünkü bu diskurun kültürel bellekte nahoş hatırası olduğu gibi güncel siyasette de çaresizliğe ve buna bağlı olarak kriz arayışına meyyal bir karakteri var. Bu açıdan söylemleriyle birlikte bu aktörlerin ele alınıp değerlendirilmesinde zaruret var.
Aktörlerimizin ötekini hırpalamadan, canını incitmeden iletişim kurma imkânları yok gibi. Kendilerine konuşmak istiyorlar. Mahallelerine konuşmak istiyorlar. Dışarısına dönük konuşurken bile içerdeki kaynaşmayı gözetiyorlar. Ötekinin bir anlamı da yok, meşruiyeti de yok. Keşke var olmasaydı modundalar. Var olmasaydı ne güzel olurdu! Kendileri çalar, kendileri oynardı. Kendi kendilerine propaganda yapar, kendi anlattıklarından mest olurlardı. Aynılaşmanın getirdiği trans haliyle mutlu mesut giderlerdi. Ne güzel olurdu. Ah ne güzel olurdu! Öteki olabilirdi ancak kendisine biçilen konuma rıza göstermeliydi. Kurgudaki yerine razı olmalıydı. Ötekinin kimliğine yüklemeyi onlar yapmalıydı. Onlar tanımlamalıydı, içini onlar doldurmalıydı. Ne olduğunu, ne olmadığını söyleyen onlar olmalıydı. Tanımlayan, mahkûm eden onlar olmalıydı.
Öteki, taleplerle, beklentilerle sahne almamalıydı. Doğrunun, yanlışın tanımı onlarda olmalıydı. Sahici duygular, mantıklı, rasyonel akıl yürütmeler onlarda olmalıydı. Şifreler onlarda olmalıydı. Kod çözücü onlar olmalıydı. Hayatın ritmini, akışını onlar belirlemeliydi. Halkları olmalıydı elbette. Gitmedikleri, görmedikleri, şöyle uzaktan sevdikleri. Ne düşünür, ne hayal eder, hangi geçmişten gelir, hangi gelecek tahayyülü vardır bilmedikleri, önemsemedikleri. Retoriklerinde olmalıydı. Hayallerinde olmalıydı. Politik söylemlerinde olmalıydı. Altı oktan bir tanesi mutlaka onunla ilgili olmalıydı. Ancak canlı-kanlı haliyle karşılarına çıkmamalıydı. Değerleri, inançları, pratiği ile karşılarına çıkmamalıydı. Çıksa bile niye onu görmediklerinin bir kanıtı olarak rol almalıydı. Teorideki konumuna uygun, kurgudaki yerine sadık kalarak yer almalıydı. Demokrasi, özgürlük diye işin içine girip kurguyu, dengeyi, denklemi bozmamalıydı. O zaman olmuyor işte. Hakka dönüşen imtiyazları gidiyor. “Sahillere hücum edince denize giremiyorlar” o zaman.
Umutsuzlukları canlı haliyle halkın olmasıdır. Halkın var olmasıdır canlarını sıkan. Kurguyu bozmasından, konumuna razı gelmemesinden. Muhayyel alanına püskürtülmeli, etrafı çevrilmeli ve dahi sırtından sopası eksik edilmemeli. Gerekirse ilkeler, değerler askıya alınmalı. Gerekirse Berkin Elvan payanda edilmeli, araçsallaştırılmalı. Nihayetinde söz konusu vatansa….
……..
Öldü Berkin, öldü Berkinler. Nedir bu ajitasyon, nedir bu ”adalet istiyoruz”un arkasına gizlenmiş kin ve nefret? Bir dakika durun, kendinize bir bakın Allah aşkına! Bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Adalet isterken adalete kasteden. Sevgi derken kin ve nefret kusan. Halk derken halkı aşağılayan. Özgürlük derken toplumun geniş kesimlerini kapatan, yok sayan, görmezden gelen, gayrı meşru gören. Huzur isterken cıngar çıkartmaya çalışan. Üzerine atlamak için bahane arayan. Bu ne büyük bir tahammülsüzlük? Bu ne büyük çekememezlik, bu ne büyük düşmanlık? Kendi toplumuna bu kadar yabancı, kendi toplumunu bu kadar aşağılamaya teşne.
Kendi yaptıklarını görmeyen, kendi söylediklerini duymayan. Toplumun en küçük yanlışını kendi kapalı devre teorisinin doğrulanması zanneden. Bu kadar yalıtık, bu kadar uzak. Dünyası uzak, hayali uzak.
Toplumu bir “korku nesnesi” kılan, “içselleştirilmiş düşman” gören, tehdit olarak algılayan bu yaklaşım gerçeklik ile olan bağlarını yitirmekte ve gittikçe klinik hal alan bir tür narsizme evrilmektedir. Sennet’in ifadesiyle “neyin benliğin tatmininin alanına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelleyen bir içe dönüklük halidir narsisizm. Diğer insanların ve dış edimlerin kişisel önemleri öylesine vurgulanır ki, söz konusu kişiler ve olaylar kendi başlarına anlamsız hale gelirler. Böylelikle hem benliğin gereksinimlerine tam anlamıyla gömülme hem de gereksinimlerin tam olarak doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özellik taşır.” Kendine gömülen, tatmin olma imkânı olmayan ve toplumun büyük bir kısmından kurgusal pozisyonuna avdet etmesini isteyen bir halet-i ruhiyenin beslediği siyasal söylem karşımıza çıkıyor. Karşılık bulmadıkça agresifleşen, topluma olan kızgınlığı artan ve içine gömülen, içine gömüldükçe üzerindeki baskıyı daha çok hisseden ümitsizlik, çaresizlik hali. Bu bir dehşet çemberi, insanı takatsiz bırakan bir kısırdöngü. Gün geçtikçe de bir kara delik gibi hepimizi içine çekiyor.