Akbabanın önünde emekleyen çocuk neyden kaçıyor?
Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Cartertarafından Sudan‘da çekilen çarpıcı bir fotoğraf vardı. Yerde emekleyen, minik bedeni açlıktan çökmüş, iskeleti üzerinde buruşmuş derisiyle ölmek üzere olan küçücük bir çocuk ve arkada küçük çocuğun can vermesini bekleyen leş yiyici bir akbaba. Batılının steril dünyasının hayli uzağındaki kıtlık ve yoksulluk çölünden alınan bu fotoğraf sahibine Pulitzerödülünü de kazandırmıştı. Ancak dokunaklı kareyi streil dünyanın sakinleri için isyansız vicdan yoklamasına, nedamet gerektirmeyen bir suçluluk gösterisine dönüştüren ödüllendirme pratiği aynı zamanda fotoğrafçı Kevin Carter‘ı intihara sürükleyen bir öfke kampanyasını da harekete geçirmişti. Sudan’ın kıtlık ve yokluk çölünde adeta emekleyerek ölümü arayan çocuğa, İsmail‘e su bulmak ümidiyle Safâ ve Merve tepeleriarasında çırpınanHacer misali, yardım için koşuşturması beklenen insanın steril dünyanın rafine dimağlarına sunulmak üzere kusursuz bir fotoğrafı yakalayacak ânı ve açıyı beklemiş olması Rancière‘nin ifadesiyle “insansı bir akbabalık değil miydi?”GerçiRancière,Kevin Carter‘ın hayat hikayesi üzerinden hareketle “korkunç bir gösterinin estetik şiddetiyle büyülenmiş bir halde donup kalmasını”açıklamaya, anlamlandırmaya çabalasa da karşımızdaki “donup kalan”değil tersine ne yaptığını, yapması gerektiğini gayet iyi bilen ve tercihini ve eylemliliğini de sofistike bir biçimde kayıt altına alan bir figür.
Aslında derdim ne Kevin Carter ne de Rancière‘nin Kevin Carter analizi. Mâlûm, Stalin“bir insanın ölümü trajedi, milyonlarınki istatistikidir”demişti. İçerdeki ve hemen yanı başımızdaki gelişmelerin de teyit ettiği bu söz, Sudançöllerinde akbabanın iştahını kabartan isimsiz çocuğun resmi, muhacir bir ailenin hayata tutunma çabasında denizde can verip kıyıya vuran Aylan Kurdi‘nin cansız bedeni, hepsi üst üste binmiş vaziyette. Güneyimizde yüzbinleri bulan ölü, milyonları bulan mülteci sayısı ve bunlara eşlik eden trajik hikayeler “büyüsü bozulmuş dünya”nın çivisinin de çıktığına delalet ediyor.
Bu hengamede umulurdu ki trajedilerin de, soğuk rakamların altında buharlaşan yüzbinlerin de acısının hissedildiği bir “vicdan-insaf adası”olma potansiyeli olan buülke‘de, müktesebatıyla mütenasip insani-politik bir dil, bir söylem, bir eylem sadır olsun. Zor zamanların ağır imtihanına göğüs gerebilen, konjoktürel gelişmelerin ayartıcılığına kapılmayan, karanlık stratejilerin güdümlü-kontrollü alan açmalarında ilkesizliğe düşmeyen, duydukları sevgi ve besledikleri nefret yüzünden adaletten sapmayan insanları görünür olsun, maşeri vicdana onlar ses olsun.
Gel gör ki onyılları bulan kısırlaştırıcı siyaset, tarihten tevarüs eden müktesebatın toplumun şuuraltından gün yüzüne çıkmasına ket vurmakta, bilinç düzeyinde rafine duygu-duyuş ve söyleyiş olarak belirmesine fırsat vermemekte. Günlük çekişmelerin, kavgaların ve ihtirasların selinde yol alırken en büyük terbiye edicilerden olan büyük buhranların varoluşsal müdahalelerini ıskalıyor, buhranları büyük planlarının aparatına çeviren güçlerin maharetle şuuraltımızda hangi taşları kımıldattıklarını farketmiyoruz.“Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi”diyorSpinoza. Bizde de kendi arzusuyla, iradesiyle seyahat ettiğini zanneden o kadar taş var ki. Fırlatmanın şiddeti o kadar yüksek ki ne geldiği yeri biliyor, ne gittiği yeri biliyor ne de nihayetinde yerçekimine bağlı olarak fırlatılma şiddetiyle doğru orantılı yere çakılacağını farkediyor.
Son Ankara saldırısı ve akabinde gelişen olaylarda perçinledi ki karşı karşıya olduğumuz açmaz sanılanın da ötesinde büyük ve derin. Katlanılması mümkün olmayan olayların bile militanca kullanılmasından bir an bile imtina etmeyen bu konumlanış “benden sonrası tufan”da özetlenebilecek neo-narsizm olsa gerek. Kendini insani olarak enterne etmiş nevzuhur bir egosantrizm. O yüzden Sudan‘ın çölünde ölüme giden çocuğa kayıtsız, o yüzden sahile vuran Aylan Kurdi‘ye bigane, o yüzden yüzbinlerce ölüye, milyonlarca mülteciye ilgisiz. Evet, bunca katlanılmaz olayı bırakın görmezden gelmeyi Merasim Sokağı’ndaki katliamın failine biçilen kahramanlık payesi şeklinde onama da gösteriyor ki insanlığın sınırlarını zorlayan her hadiseyi mümkün ve meşru kılan bir yabancılaşma var.
Vicdanları ayaklanmayan, ağzındaki bir damla suyla göklere varan ateşe doğru telaşla yol alan ve “hiç olmazsa hangi taraftan olduğum anlaşılır”ın kaygısını güden karıncaya bırakın yol vermeyi ve yolunu kesmeye çalışan, olanın olan dehşetini görmeyip olası mahsullerini hayal eden dolayısıyla da akbabanın önünde ölüm bekleyen çocuğu, sahile vuran cesedi, sayısız ölü ve mülteciyi “işbirlikçi bir bakışla”sıradanlaştıran “muharref bir insanlık durumu”ndayız. Kendimize reva gördüğümüz bu muharref halden kaçıyordu belki de akbabanın önünde emekleyen çocuk, sahilde yüzü koyun yatan Aylan Kurdi. Kim bilir?