DİE WELLE – DALGA
1967 yılında Kaliforniya’da bir lisede Ron Jones adlı tarih öğretmeni ‘üçüncü dalga’ adını verdiği ilginç bir deneye imza atar. İşlerin rayından çıkması nedeniyle 4. Gününde deneyi sonlandırmak zorunda kalan Jones’un şaşırtıcı sonuçlara ulaştığı bu deneyimi 1981’de Todd Strasser tarafından romanlaştırılır. Değerlendirmemize konu olan film, bu romanın uyarlaması olan fakat özellikle finali itibariyle daha çarpıcı kılınmak istendiği için aslına bağlı kalınmadan çekilmiş bir Alman filmi.
Dennis Gansel’in senaryolaştırıp yönettiği 2007 yapımı film, demokratik bir toplumun belli yöntemler kullanılarak adım adım otokrat-faşist bir anlayışın hâkim olduğu yapıya dönüştürebilmesini irdeliyor.
Rainer Wenger, görev yaptığı lisede su topu takımını da çalıştıran, öğrencileri tarafından sevilen bir tarih öğretmenidir. Tüm 1 Mayıslara katılmasıyla övünen Wenger, öğrencilere demokrasinin yararlarını göstermek amacıyla yapılan ‘proje haftası’ kapsamında açılacak Anarşi kursunun öğretmeni olmak istemektedir. Ancak Anarşist olduğu düşünülen Wenger’e, öğrencilere kötü örnek olabileceği endişesiyle ‘Anarşi’ dersi değil ‘Otokrasi’ dersi verilir.
Derse isteksizce giren öğretmen kadar öğrenciler de rastgele seçtikleri derse beklentisiz ve lakayt şekilde girmişlerdir. İçlerinde hedefsizlikten ve ortak bir amacın olmayışından yakınan, kime, neye karşı çıkacağı konusunda kafası karışık olan, zevkperest bir gençlik olarak yetişmekten mutlu olmayan duyarlı gençler de bulunan sınıf, düşünmeyi, öğrenmeyi zül addeden hercai tipleri de içeren, çeşitli sosyal yapılardan gelen öğrencilerden oluşmaktadır.
Öğretmen ilk derse hevessiz şekilde otokrasi kavramını tanıtarak başlar. Otokrasinin Yunancadan geldiğini, monarşinin bir çeşidi olan otokraside, yönetimi elinde bulunduran kişi veya kişilerin çok güçlü olmalarından dolayı kanunları bile istedikleri gibi değiştirebildiklerini belirttikten sonra sınıfa dönerek tarihi bir kişilik olarak bu tanıma uygun biri veya birileri geliyor mu akıllarına diye sorar. Öğrencilerden de aynı bıkkınlıkla “3. Reich”, “kahrolası Hitler”, “pis naziler” gibi çeşitli yılgın cevaplar gelir. Hatta birisi ‘bir daha yaşanması mümkün olmayan bir düşünceyi neden işleyip duruyoruz ki’ derken, diğeri, yaşanmazsa peki neonazileri nasıl açıklayacaksın diyerek arkadaşını iğnelerken bu noktaya kadar müdahale etmeyen öğretmen teyit etmek için sorar;
-‘’Almanya’da bir daha diktatörlük olmaz diyorsunuz öyle mi?’’
Cevap nettir;
-‘’Kesinlikle olmaz, bunun için fazlasıyla bilinçliyiz.’’
Öğretmen bu cevap karşısında düşünceli düşünceli bakar…
Sonraki ilk derste Wenger, olayı bir sosyal deneye dönüştürerek faşizmin tekrar hayata geçirilip geçirilemeyeceğini test etmek ister. Bunu sınıfla paylaşır, denemeye karar verilir ve öğrencilere otokratik sistemin temel şartının yol gösterici merkezi bir lider olduğunu belirtir. Adaylar belirlenir, seçim yapılır ve öğretmen ‘führer’ olarak seçilir. Buraya kadar her şey çok demokratiktir. Fakat lidere saygı esas olduğundan bundan sonra öğretmene ‘Bay Wenger’ denecektir. Sadece söz verilen kişi konuşacak, konuşacak kişi ayağa kalkacak,kısa ve net cevaplar verilecek, dik oturulacak, öğretmen sınıfa girdiğinde ayağa kalkılacaktır. Uymak istemeyen de sınıfı terk edecektir. Diktatörlüklerde ‘disiplinden doğan gücün’ çok önemli olduğu vurgulanarak bu uygulamaların zemini oluşturulur. Öğrenciler dersin aldığı yeni şekilden çok hoşlanır, ailelerine, arkadaşlarına heyecanla yeni kurallardan ve ne kadar ilgilerini çektiğinden bahsederler. Böylece cazibe merkezi haline gelen otokrasi sınıfı yeni öğrencilerle kapasitesini hayli aşacaktır.
İkinci gün derse, öğrencilere yerlerinde sağ- sol -sağ şeklinde adım saydırarak başlar, herkes ayak uydurup ‘birliğin gücü’nü hissedene kadar devam ettirir. Disiplin aracılığıyla oluşan gücü, ‘birlikten doğan güç’le beslemek amacıyla yeni bir sınıf oturma düzeni yapar, notu kötü olanları iyi olanların yanına oturtarak dayanışma duygusunu güçlendirmeyi amaçlar. Öğretmen, sınıftaki muhalif olan kız öğrencinin, birey olma duygusunu ortadan kaldırıp kimliksizleşmeye yol açacağı uyarısına rağmen oylama yaptırarak tek tip üniforma uygulamasına geçilmesini sağlar. Artık herkes beyaz gömlek giyecektir. Son olarak yine oylama yapılarak gruba ‘Dalga’ anlamına gelen ‘Die Welle’ ismi konur, web sitesi hazırlanır, amblem oluşturulur, gruba özgü selamlama işareti bulunur ve ‘eylemden doğan güç’ aşaması başlar. Güzel fikirler eyleme dönüşmedikçe neye yarar ki? O halde eylem zamanı… Binlerce amblem çıkarması bastırılarak gece boyunca şehrin her tarafına yapıştırılır, olmadık yerlere kadar şehir ‘Dalga’ amblemiyle boyanır.
Bu aşamadan sonra aidiyet duygusu ile hareket etmeye, birbirlerini dış unsurlara karşı korumaya ve her konuda birbirine destek olmaya başlayan grup üyeleri ‘Dalga’ dışında kalanları da dışlamaya, ötekileştirmeye başlarlar. Yer yer gruba katılmaya zorlamak amaçlı şiddet kullanımı bile gözlenir. Gruba, öğrencilerin bir bölümü öncülük ederken meselenin nereye doğru evrildiğini erken fark eden muhalif iki kişi dışında kalanların büyük kısmı sürü psikolojisi ile hareket etmektedir. Hâsılı çok kısa bir sürede kurgusal atmosfer zihinleri kuşatarak gerçekliğe dönüşür. Öncülük edenlerin en ateşlisi de sorunlu bir ailede sevgisiz büyümüş, sosyalleşme sorunu yaşayan, özgüvensiz bir öğrenci olan Tim’dir. Tim dalga içinde kendini bulmuş, potansiyelinin üzerine çıkmış ve Dalga’ya ‘benim hayatım, her şeyim’ gibi bir misyon yüklemiştir. İlginçtir muhalif olan ve Dalga’nın engellenmesi için uğraşan iki kız da egosu yüksek, ilişkilerinde dominant karakterli olan öğrencilerdir. Ayrıca aileleri daha serbest yapıda ve nispeten sorunsuzdur. Grubun diğer üyelerini cezbedenin ise salt birlik, dayanışma duygusu ve grup aidiyeti olduğu gözleniyor. Zira film boyunca bir yerde kapitalizm eleştirisi yapılması dışında siyasal bir enformasyon verilmiyor. Amaç ve hedef belirtilerek ideolojik bir yükleme de yapılmıyor. Buna rağmen grubun kontrolden çıkması çok sürmüyor. Öğretmen kendi ailesinden başlayarak bunu fark ediyor ve çok çarpıcı bir finale doğru götürecek kararlar alıyor…
Grup üyelerinin bir haftalık zamanda nasıl böyle dönüşüm geçirebildikleri inandırıcılık sorunu yaratıyor gibi görünse de gerçek bir olaydan esinlenilmiş olması ve gerçeğinin dört gün sürebildiği dikkate alındığında Die Welle’nin benzer yaklaşımların incelendiği ‘Sineklerin Tanrısı’ romanından da, kurgusal katkılar nedeniyle ‘Das Experiment’ filminden de daha inandırıcı olduğunu söylemek mümkün. Esasen yaşanan dönüşümün ideolojik bir dönüşümden ziyade bir gruba aidiyet hissiyle bağlanmanın, grubun eşit bir üyesi olmanın getirdiği özgüven ve dayanışma duygusunun hayatlarına getirdiği anlamlılıktan ibaret olduğu göz ardı edilmemeli. Bu boyutuyla kalabilse ve bu enerji doğru yerlere kanalize edilebilse tek tek bireylere ve topluluğa olumlu katkıları olacakken sınırları belirlenemediği için kontrol edilememesi ve kitle psikolojisinin yönetilememesi işleri rayından çıkarıyor. Grup psikolojisi, aidiyet duygusu, içine girilen yapıda hayatın anlamını bulma gibi faktörler kişilik arayışında olan gençler için hayat karartabilecek tuzaklar içerebiliyor.
İnsanları yönlendirmede ve beyinleri yıkamada genel anlamda eğitim sisteminin, özel anlamda da öğretmenin çok etkili olduğunu göstermek isteyen film, bunu yeni bir toplum ve yeni bir kültür evreni yaratmak isteyen totaliter yönetimlerin tarih boyunca uyguladıklarına gönderme yapıyor. Sınıf özelinde resmedilen değişim ve dönüşümü, toplumsal bazda ve büyük ölçekli düşünmeye sevk ediliyor izleyici. Bilhassa filmde faşizme çıkan merdivenlerin demokratik bir zeminde inşa edilmesi ile Hitler, Mussolini gibi faşist diktatörlerin halkın büyük bölümünün onayı ve desteğiyle iktidara geldikleri birlikte düşünüldüğünde gerekli yüklemeler yapıldığında, sosyal psikolojiyi çözmüş karizmatik bir liderlikle etki altına alınan kitlelerin bugün de kolayca otokrasiye ikna edilebileceğini görüyoruz.
Hitler’in I.Dünya Savaşı’nın sonrasında Alman halkının yaşadığı inanılmaz yoksulluğu ve galip devletlere olan nefretini kullanarak, aşırı milliyetçilik ile harmanlayıp etkili bir hamaset diliyle yönlendirdiği kitleler bugün de göçmen karşıtlığı ve İslam nefreti kullanılarak ırkçılığa, ötekileştirmeye ve etnosantrizme yönlendirilebiliyorlar. Tüm Batı dünyasında küreselci siyasetin gerilediği günümüzde ulusalcı ve otokrat yönü ağır basan siyaset ve partilerin yükselmesi 1930-40’lı yılların mantalitesine dönüşün hiç de uzak olmadığını gösteriyor.
Marjinal addedilen radikal düşüncelerin tüm sığlığıyla yeniden revaç bulmaya başladığı günümüz dünyasında, insanlığın akıl tutulmasına uğradığı, nefret ve öfkenin kontrolü ele alarak tüm insani ve ulvî değerleri kitap sayfalarına hapsettiği, vahşetin, katliamın, kıyımların normal görüldüğü dönemlere ait paradigmanın yeniden kendisini hissettirmeye ve zihinlere ağırlığını koymaya başladığını görüyoruz.
Artık demokrasi havarisi veya insan hakları hamisi gibi gözükmeye dahi ihtiyaç hissetmeyen Batı dünyasında ‘soğuk savaş’ öncesini aratmayan faşizan anlayış tekrar egemen olmaya başlarken, bebek yüzlü görünen cemaatlerin (dalgaların) üyelerine soğukkanlılıkla katliam yaptırabildikleri, terörist yapıların ‘dalga’larına eleman devşirmekte hiç zorlanmadıkları, aklı dışlayan merdiven altı tarikatçı söylemin kitlelere makul gelmeye ve gündemi belirlemeye başladığı Doğu dünyasında da durum farklı gözükmüyor.
Küçük siyasi getiriler uğruna kitlelerin feda edilebildiği ve terörün kanıksanarak gündelik hayatın parçası haline geldiği vasatta insana, cana verilen değerin ortaçağ engizisyon dönemini bile aratır hale geldiği bir süreçte yaşıyoruz. ‘Artık çok bilinçliyiz, bir daha asla öyle bir dönem yaşamayız’ dediğimiz anda sarkaç yeniden ters yöne evrilmiş gözüküyor. Film mütevazı tarzıyla meselenin nereye doğru gittiğini göstermek istercesine lokal bir deney üzerinden ciddi ve üzerinde durulması gereken bir örneklem sunuyor.
Filmde tiyatro sahnesinde yaşananlar da yine sosyal psikoloji bağlamında değerlendirilmesi gereken önemli bir örneklemdi. Bir önceki provada başına buyruk davranan oyunculara hiçbir şekilde hâkim olamayan yönetmen, “Dalga” sürecinin kazandırdığı özgüvenle sesini yükselterek kesin komutlar verdiğinde itaat edildiğini ve her şeyin yoluna giriverdiğini görüyoruz. Filmdeki bu otoriteye mutlak itaat psikolojisi, 60’ların başında Yale Üniversitesinde, Hitler’in katliam emirlerini acımasızca uygulayan ve sorgularında ‘ben görevimi yapıyordum’ şeklinde savunma yapan savaş suçlularını anlayabilmek adına yapılan, itaati ölçen ‘Milgram Deneyleri’ni hatırlattı. Aynı şekilde filmin akla getirdiği diğer bir film de denekleri mahkûm ve gardiyan şeklinde ayırarak, oluşturulan hapishane şartlarında yaşamalarını ve bir aşamadan sonra görevlerini nasıl içselleştirerek kontrolden çıktıklarını gözlemleyen bir deneyi anlatan ‘Das Experiment’ adlı filmdi. Ülkemizde ‘Deney’ ismiyle bilinen bu filmin uyarlandığı ‘Zimbardo deneyi ‘ gibi ‘Milgram Deneyi’ni de sosyal ve siyasal bilimcilerin incelemesi, öğretmenlerin de bilmesi gereken, insanın toplum içindeki davranış kodlarına dair genelleme imkânı sunan önemli sosyal deneyler olduğunu belirtelim.
Filmin dikkat çekici hatta ironik yönlerinden birisi de, öğretmenin ‘disiplinden gelen güç’ bağlamında uyguladığı kuralların hepsinin bizim eğitim sistemimizde fazlasıyla var olduğunu görmemiz oldu. Öğretmen sınıfa girdiğinde ayağa kalkılması, söz alarak konuşulması vb. davranış kalıplarının, tek tip elbise uygulamasının sadece öğrenciye değil öğretmene de uygulanmasının eğitimin parçası olması bir yana her sabah askeri ictima düzeninde sıraya sokulan öğrencilerin toplu yemin töreni yaptıktan sonra sınıflara girebilmeleri ritüelinin kaldırılmasının üzerinden çok zaman geçmedi.
Filmin, işini gereği gibi yaptığında öğretmen faktörünün gençleri etkilemede, onların hayatında belirleyici rol oynama noktasında ne denli önemli ve hayati bir konumda olduğunu da gösteren bir yönü vardı. Türkiye de dâhil olmak üzere bunun fazlasıyla farkında olan devletler ideolojik bir aygıt olarak kullandıkları eğitim yoluyla 4-5 yaşından itibaren ailelerinden aldıkları çocukları, zihinlerindeki ideal vatandaş tiplemesine uygun olarak eğitirler. Bunu yaparken de döngüyü öğretmenden başlatırlar. Aynı tornadan çıkmış, duygusal yönü ağır basan bir ideolojik yükleme ile donatılmış, sabit fikirli öğretmen tiplemesini köy konulu eski Türk filmlerinde veya romanlarında yontulmamış gerici ve cahil köylüyü yontarken bol bol görürüz.
İşlediği sıra dışı konusunun yanı sıra öğretmenin final bölümünde spor salonuna topladığı ‘Dalga’ üyelerine attığı Hitlervâri nutuk ve sürprizli finaliyle de çarpıcı bir film olan Die Welle, içeriğinde pek çok mesajı barındırdığı gibi eğitimcilerin mutlaka izlemesi gereken, son dönem Alman sinemasının yüz akı filmlerden biri.
Bekir BİRBİÇER