“Düşmanlarımıza tek borcumuz var: Adalet”
Derdimi ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama derdimi anlatmaya, paylaşmaya çalışmaktan başka da yapacak bir şeyim yok. Son dönemlerin popüler filozofu Slovaj Zizek’in aktardığı bir öyküyü paylaşmak işe yarayabilir. Öykü şöyle; “Doğu Almanya’dan bir adam Sibirya’da çalışmaya gönderiliyor. Mektubunun denetçiler tarafından okunacağını biliyor ve arkadaşlarına şöyle diyor: “Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız orada yazdıklarımın gerçek olduğunu bilin. Ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.” Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alıyor. Her şey mavidir. Mektupta der ki: “Burada her şey harika. Dükkânlar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor. Apartmanlar büyük ve çok rahat. Tek satın alamayacağınız şey kırmızı mürekkep.” Durumumuza ilişkin sahici bir kavrayışa, dile sahip değiliz, hepimizi kuşatan bir esaret hali var, gerçeklik bu ve bu sevimsizliği açık edecek, ortadan kaldıracak araçlar yerleşik değil diyor kısaca öykü.
Şimdi bu öykü üzerinden memleketin ahvalini okumak imkânı hatta kimilerine buradan hareketle birilerini mahkûm etmek çok çekici gelse de mahkûm etmeyi değil de ayna tutmayı daha çok önemsiyorum. Öykü, Türkiye’nin serencamına uygunluğundan ziyade Türkiye’deki aktörlerin iddialarının tahripkâr doğasını yansıtması açısından işlevsel. Siyasal aktörlerimizin refakatinde ayrışmasını devam ettiren toplumsal kesimler, zihniyet kodları, bilinçaltı müktesebatları ve açık beyanları ile bu öyküyü her gün yeniden yazıyorlar. Şöyle ki; herkesim karşı olduklarını “kırmızı mürekkebi” olmayan bir dünyanın temsilcisi görüyor, konumlandırıyor ve ona göre muameleye tabi tutuyor. Her kesim çağrısını kendisinin “kırmızı mürekkebin” temsilcisi ve teminatı olduğu iddiasıyla bütünleştiriyor.
Ötekileştirme, baskılama, kapatma, yok sayma, gayrı meşru görme ve şeytanlaştırma üzerinden işleyen varoluş arayışımız tarihsel olarak zaten patolojikti. Gittikçe yine patolojikleşiyor. Ötekinin bizatihi varlığını sorun eden bir anlayış, algılayış, yaklaşım egemen halde. Zihniyet bu şekilde olunca ötekinin varlığını hedef alan tüketici bir ilişkinin girdabına savruluyoruz. Debelenip duruyor herkes. Öykünün gönderme yaptığı “kırmızı mürekkebin” olmadığı ve her şeyin ne kadar feci, insanlıkdışı ve dayanılmaz olduğu gerçeğini ötekinin kimliği, kişiliği, inancı, değerleri ve gelecek talebiyle paydaş olunamayacak bir varlık olarak telakki edilmesi ve miting meydanlarında bu şekilde insanları ikna etmeye dönük yozlaştırıcı söylemlerde yeniden deneyimliyoruz.
Şimdi, “kırmızı mürekkebin” olmadığını iddia edenler (ki hepsi yapıyor), müştereken gerçekliğin çarpıtılması pozisyonundalar. “Kırmızı mürekkeplik” durumlardan ziyade çarpık bir ilişki ile boğuşmaktayız. Normal bir ilişki “öteki”nin varlığının kabulüyle başlar. Karşılıklı müzakere, mücadele, tartışma, ikna arayışı, çabası ancak “öteki”nin öteki olarak kabulü üzerinden anlam kazanabilir. Dolayısıyla bu gerçekliği görerek sağaltıcı bir ilişkinin yollarını aramalıyız. Farkında mısınız bilmiyorum ama her seçimimiz hayati, her dönemimiz çok kritik, her hadise ötekilerle kıyaslanmayacak nitelikte algılanıyor. Her mücadele son olma vaadini ileri sürüyor. Her destek çağrısı son bir hamle için oluyor. Her seferberlik çağrısı seferberlik haline nihayet üzerinden geliyor.
Ama gel gör ki olan şey; hep teyakkuz, hep seferberlik, hep cepheyi tahkim. Yanlışlar, kayırmalar, çarpıtmalar hep teyakkuz halinin, olağandışı durumun kayıt dışılığında yaşam buluyor. İftiralar araçsallaşıyor, ilke ve değerler aşınıyor. Yarının adil ve özgür olması için bugün adalet ve özgürlüğe kastediliyor. Yarının mutlu-mesut günleri için bugün cehenneme çevriliyor. Yarının güzel hayalleri için hayatı zindan eden aklı tutulmuşların boy gösterdiği bir atmosferdeyiz.
O yüzden ayna tutmak. Herkes kendini görsün, kendi halini görsün. Herkesin kendi sesine vurulduğu bu hengâmeden kakofoni çıktığını, cinnet halinin peyda olduğunu görmek. Umutsuzluk, hırs, boynunu sürtme, intikam alma, ne olursa olsun ayağını kaydırma, olur olmaz her şeyi onlara bağlama gibi düzlemi kaymış, aklı ve mantığını yitirmiş bir hal. Bu hal sürdürülemez. Bunu görmek lazım. Herkesin kendine ve başkasına sahip çıktığı, söylediği sözü kulağının duyduğu bir insanlık durumuna ve insanlık düzeyine muhtacız. Medeniyet inşası, refah, özgürlük, çözüm süreci, demokratikleşme vs. gibi tüm büyük ve iddialı laflarımız ancak bu düzey ve durum tesis edildiğinde bir anlama kavuşabilir. Aksi durum mutlu hayaller, ulvi idealler için bugünümüzü yakıp yağmaladığımız bir tutarsızlık hali olacak. Adil, özgür ve mutlu yarınlar ancak bugün itina gösterilen ilke ve değerlerin üzerinde filizlenebilir. Gelecek yarınlar ancak bugünkü mücadelenin edep-erkân, yol-yordam gözetmesiyle mümkün olabilir.
Yarının adil ve özgür Türkiye’si, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi “Düşmanlarımıza tek borcumuz var; Adalet” şiarıyla kurulabilir. Yarının Türkiye’si, şimdi ve burada başlayacak her bir ferdin izzet ve onurunu ayakta tutmayı kendi izzet ve onuru bilip titizlenen, kenar-ı Dicle’yi gözeten bir tavırda hayat bulabilir. Bugünün netameli şartları hiç kimse için başka türlü bir gerekçe oluşturamaz. Bugünün cefasında gösterilmeyen titizlik, bugünü ifsat ettiği gibi yarını da yozlaştırıyor. Birazcık sükûnet, birazcık sağduyu, birazcık kendimize eleştirel bakma bir ortak yaşam alanı yaratabilir ve unutmayalım kurtuluş ancak hep birlikte olursa kurtuluştur.