EĞİTİMDE ÇARESİZ STRATEJİLER
“Başlangıçtan bu yana ahlak bozukluğumuzun kökeninde gerçek yerine bir gerçek gösterisi, gerçek şeyler yerine göstergeleriyle bu göstergelerin gülünçlüğü varsa, bunun anlamı, şeylerin gerçekten değişmesini istemiyoruz demektir.”Jean Baudrillard/Çaresiz Stratejiler
Eğer bir şeyin başlangıcı yanılgı ise yanılgının gerçekmiş gibi sürdürülme arzusu yanılgıyı gerçek yapar mı? Gerçeğin yerine göstergesine rıza göstermek, gerçeği tehir ve iptal etmeyi sürekli kılmak, gerçeğe dair kavrayışı bulanıklaştırmak; gerçeğin zıddına hayat bahşederken gerçeğin kendisinin öldürülmesi anlamına gelir mi? Bu ölümün bir ecel olmayışı, suça ve suç ortaklarının varlığına delil kabul edilebilir mi?
Nazi ideologları, eğitim üzerinden gerçekleştirmek istediklerini “…halkın sinirlerine çelik boşaltmak…” olarak tanımlarken başlangıçta yanılgıyı gerçek düzeyinde kabullerinin onları çaresiz bir stratejiye mahkûm ettiğinin farkındalar mıydı acaba? Ya da Nürnberg’deki mahkeme salonun duvarları mı onlara gerçeği haykırmıştı?
Çocukların ve gençlerin, “ruhunu eritip kalıpta dondurmak”,bir ülkenin eğitim hedefi olabilir mi? Böyle bir hedefin kısa vadeli sonuçları bir yana, uzun vadede sürdürülebilirliğinin bir rasyonalitesi var mı? Uzun 20.yüzyılda böyle bir hedefin otoriter ve totaliter rejimlerin eğitim stratejisi haline geldiğini gördük. Gençlerin ruhunu bir doktrinin kalıbı içinde dondurmak; vakti zamanında Faşist İtalya’da, Nazi Almanya’sında, Japonya ve Tek Parti dönemi Türkiye’sinde bir eğitim stratejisi olarak kabul görmüştü. Ulus-devletler bu amaca uygun eğitim stratejilerini, eğitimin kurumsallaşmasından itibaren yönetimlerinin faşizan, totaliter, demokratik(!) karakterlerine uygun düşen boyutlarda uygulamışlardı. Her ne kadar bugün dünyada, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde endoktrinasyona dayalı eğitim hızla irtifa kaybetse de sınırlı da olsa bazı ülkelerde hâlâ sürmekte. Durumun bizi ilgilendiren yanı, acı da olsa bu “sınırlı” ifadesinin ihtiva ettiği alanda, bizim ülkemizin de bir yer tutuyor olması.
Lyotard, otoriter rejimlerin kendi senaryolarını anlatmaya, dinlemeye ve oynamaya vatandaşlarını zorladığını; anlatıcı, dinleyici ve oyuncu olarak onların hayal güçlerine tamamen engel olduğunu belirtir. Öte yandan bir uygulama hatası, bir dinleme yanlışı, bir anlatı sürçmesinin ise bu tür otoriter rejimlerde yaşayan insanlar için tutsaklık anlamına geleceğini söyler. Resmi ideolojinin tek gerçek senaryo olarak hayatın bütün alanlarında insanların üzerine bir karabasan gibi çöktüğü rejimlerde eğitim kurumları birer endoktrinasyon merkezidir. Resmi ideolojinin senaryosu o merkezlerde daha küçük yaşlardan itibaren çocuklara hıfz ettirilir.
Platon ideal “Devlet”inde dinsizleri, yani devlet dinine inanmayanları, suya sabuna dokunmayan kişiler olsalar bile örnek teşkil etmelerinden dolayı tehlike görür ve onları bilgiye dönüşecekleri bir ıslah ve pişmanlık evine mahkûm eder. Platon’un mahkûmları bilgiye dönüştüren ıslah ve pişmanlık evi, bir resmi ideolojiyi tek gerçek senaryo olarak sunan otoriter rejimlerde okullardır. Oysa bugün tam da böyle bir okul ve bu okulun üzerine inşa edilen bütün bir eğitim sistemi iflas etmiştir. “Ne yapalım da değişmeyelim!” anlayışı; bırakın geleceği, günümüz dünyasını bile anlama, yaşadıklarımıza dair bir kavrama geliştirme gücünden yoksundur.
TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyesi bir milletvekilinin 4+4+4 uygulamasına dair itirazını dile getirirken sarf ettiği sözler dikkat çekiciydi. Sosyal Demokrat sıfatını taşıyan Sayın vekil, düzenlemenin ikinci dört yılda program ve müfredat çeşitliliği getireceğine atıf yaparak, bunun nasıl kabul edilemez bir şey olduğunu anlatmak için müfredat çeşitliliğinin gençleri “aynı ulusal ruha” sahip olmaktan uzaklaştıracağı endişesini dile getiriyordu. Kuşkusuz söz konusu “ulusal ruh” ; ne çerçevesine ne içeriğine vatandaşın müdahil sıfatıyla bile dâhil ol(a)madığı, Türkiye’nin yakın tarihinde tepeden belirlenmiş bir nitelik arz etmekteydi. Eğer geçen yüzyılda söylenmiş bir cümle olsaydı, bu tabii ki gerçeğin yerini almış bir yanılgının kendince haklı ve meşru bir müdafaası olabilirdi. Ancak bugün işittiğimiz bu cümleler biraz da 20.yüzyılın muhasebesi üzerinden şekillenen bir dünyada, hem zamana hem topluma hem de tarihe bir meydan okuyuş olmaktan öteye gitmeyen çaresiz stratejilerin hatırlanmasından öteye bir anlam ifade etmiyor. Bu stratejiler üzerinden eğitime bakışın zaman ve mekâna dair bir algı yanılgısı ile malûl olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla eğitimi, toplumu politik amaçlar üzerinden dönüştürme aracı olarak kurgulama çabasının kendisi bugünün dünyasında anakronik bir çaresiz stratejidir. Hatta bunun üzerinden yapılacak bir kavga şimdiden yok hükmündedir.
Eğitim üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla dile getirilen görüşlerden birisi de; eğitimin günü düşünerek değil geleceği öngörerek dizayn edilmesi gerektiğidir. Bugün Türkiye’de eğitim üzerine yapılan tartışmalara baktığımızda, geleceği öngörmek bir yana hâlâ günümüze gelemeyişimiz manidardır. Oysaki eğitimin bir gösterge olarak kalması için eğitime hayat hakkı istemek; hiçbir şey istememek ile eşdeğerdir. Bu durumun yarattığı açmaz Türkiye’de eğitimi makul bir tartışma konusu olmaktan çıkarıyor. Geçmişin ipoteği altında bugün için önerileni bile makul bir biçimde tartışamıyoruz. İnsanların söyledikleri her şeyin daha önceden yazılmış bir senaryoya uygunluk ile kayıt altında tutulma çabası, gerçekten yapılacak tartışmaları bile başlamadan bitiriyor. Şimdi elzem olan bizim bir şeyleri gerçekten değiştirmek isteyip istemediğimizi kendimize sormamızdır. Bu soruya evet diyebiliyorsak, o zaman yapılması gereken; her şeyi konuşabilmek için, bizleri hiçbir şey konuşamaz hâle getiren durumdan, bizi neyin çıkarabileceğini konuşmaya başlamaktır.
Bu yazı (17.03.2012) Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır