İki Dil Bir Bavul
Ankara İletişim Fakültesi mezunu iki arkadaş olan Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan Güneydoğu’da yaşam, eğitim ve eğitimde dil sorunu konularına dikkat çekmek, meseleyi tüm gerçekliği ve çıplaklığıyla ortaya koyan bir belgesel yapmak isterler. Finansman bulamadıkları için sürekli erteledikleri projeye nihayetinde borç para bularak, ailelerinin takılarını bozdurarak girişirler ve yollara düşerler. Öncelikle projelerinde rol alacak öğretmeni bulmaları gerekmektedir. Viranşehir ve Siverek’te yaklaşık elli öğretmenle görüşürler ancak olumlu sonuç alamazlar. En son Siverek’te, yönetmen Özgür Doğan’ın ifadesiyle, öğretmenevinin bahçesinde kafasını ellerinin arasına almış, ‘Benim burada ne işim var’ der gibi düşüncelere dalmış Emre Aydın ile karşılaşırlar. Emre öğretmen Denizli’lidir ve öğretmenliğe başlayacağı okulun bulunduğu köy haritada gösterilmediği için henüz görev yerine ulaşamamıştır. Yönetmenler, görüştükleri Emre öğretmen’in olumlu yanıt vermesiyle aradıkları öğretmeni ve çekim yapacakları okulu bulmuşlardır; Şanlıurfa- Siverek’e bağlı Demirci Köyü’ndeki Demirci İlköğretim Okulu.
Milli eğitimden, kaymakamlıktan, çekimlerin yapılacağı köyün muhtarından ve köylülerden gerekli izinler alındıktan sonra çekimlere başlanır. Mevsim değişimlerini ve çocukların gelişimini takip edebilecekleri bir akış belirleyen yönetmenler her ay onar gün giderek çekimler yaparlar. Tamamen doğal ortamda, senaryo ve önceden belirlenmiş replik kullanılmadan doğaçlama yapılan belgeselde ‘tekrar çekim’ gibi bir uygulama da yapılmaz haliyle. Emre öğretmen tüm sadeliği ve doğallığı içinde öğretmenliğini yaparken öğrenciler de bir yerden sonra kameraya alıştıkları için kamera yokmuş gibi davranabilmişler.
2007 yılının eylül ayında okulların açıldığı dönemde başlayıp 2008 yılının haziran ayında okulların kapanmasıyla son bulan çekimlerin yapıldığı yarı belgesel formatındaki film, Emre öğretmenin atandığı köye gittiği, yollar asfaltlı olmadığı için tozu dumana katarak ilerleyen minübüsün içinde başlar. Minibüsten indiğinde karşılaştığı atmosfer Afganistan koşullarından farklı olmayan bir köy ortamıdır. Evlere henüz su tesisatının çekilmediği köyde elektrik de sık sık kesilmektedir. Yokluğun, yoksulluğun hükümranlığındaki çorak, ağaçsız ve taşlıklardan ibaret olan köyde insanların yaşadıkları evler normal köy standartlarının çok altında olduğu gibi bakımsız ve kir pas içindeki çocukların giyim kuşamı da yokluktan, sefaletten nasibini fazlasıyla almıştır. Terk edilmiş görüntüsüyle okul da aynı şekilde bakımsız, ancak kağıtla sıkıştırılarak kapanabilen kapısı ve kırık penceresiyle tek sınıflıdır. Film boyunca sık sık annesiyle telefon görüşmesi yaparken izleyeceğimiz Emre öğretmenin annesine yaptığı şu tasvir manzarayı yeterince izah edecektir. ‘’Hiçbir şey yok ya hiçbir şey yani! Ben tamam köye geleceğimin farkındaydım ama bu kadar kötü bir yer hayal etmemiştim. En azından suyum olur diyordum o bile yok yani! ‘’
Okulun açıldığı ilk gün saçını jöleleyip, kravatını takıp mesleğinin ilk gününe başlayacak olmanın heyecanıyla okuluna giden Emre öğretmen kuru duvarlarla karşılaşır. Okulda hiç öğrenci yoktur. Bunun üzerine yanına köyden bir çocuk alarak tüm köyü hane hane dolaşarak daha önce tespit edilmiş okul yaşındaki çocukları yarın okula göndermeleri için velileriyle görüşür. Veliler minnet duygusuyla baktıkları öğretmene karşı çok saygılıdır ve yardımcı olmak istemektedirler.
Eğitim birleştirilmiş sınıfta verilecektir. 3. ve 4. sınıflar biraz da olsa Türkçe biliyorlarsa da 1. sınıflar hiç bilmemektedir. Çeşitli yaş gruplarından 20 kadar Türkçe bilmeyen Kürt öğrenciyle Kürtçe bilmeyen bir Türk öğretmen, meslek hayatının ilk yılında iyi niyetiyle birlikte tüm deneyimsizliğiyle baş başadır. Film boyunca Milli Eğitim’den herhangi bir yetkilinin uğradığını veya öğretmenin destek talebinde bulunduğunu gözlemleyemediğimiz ortamda Emre öğretmen yalnızdır, kendi başınadır. Yaşadığı çaresizliği yine annesine telefonda söyle bildirecektir: ‘Hiçbiri Türkçe bilmiyor. Konuşuyorum boşa konuşuyormuşum gibi oluyor. Hiçbir şey anlamıyorlar. Ben nasıl ders anlatacağım. Öyle bakıyorlar.’
Emre öğretmen bu durum karşısında planlamasını ilk yılı tamamen çocuklara Türkçe öğretmek, gerekli altyapıyı sağladıktan sonra da ikinci yıl itibariyle müfredat bilgisi vermeye başlayacak şekilde yapacaktır. Fakat işi çok kolay olmayacaktır. Zira sadece birinci sınıflar değil üst sınıflar da yeteri kadar Türkçe bilmemektedir ve bu durum zaman zaman öğretmeni çileden çıkaracak kadar zorlamaktadır. Okul bahçesinde bir arada oturan çocuklara Egeli şivesiyle şu hitabı böylesi anlarından birine denk gelen isyan haliydi:
‘Dediğimden hiçbir şey anlamıyonuz de mi? Haa anlamıyonuz mu? Anlamıyonuz de mi? Hiçbir şey anlamıyonuz de mi? Yok anlamıyonuz, Türkçeden anlamıyonuz de mi? Öyle gülüyonuz zaten. Ben de sizi anlamıyom zaten ne yapacaz?’’
Yalnız ilginçtir öğretmen Türkçeyi daha kolay öğrenebilmeleri için sınıfta Kürtçe konuşmayı yasaklayarak sürekli çocukların kendisini anlayamamalarından yakınırken, kendisinin onları anlama çabasına girdiğine, öğrencileriyle daha kolay iletişim kurabilmek için en azından çok kullanılan Kürtçe kelimeleri öğrendiğine dair bir çabaya şahitlik edemiyoruz.
Yıl içerisinde çok zorlandığı, bunalıma girdiği, pes etme noktalarına geldiği durumlar yaşasa da vazgeçmeyen öğretmenin, planladığı gibi Türkçe öğretme çalışmalarıyla geçirdiği yılın sonunda birinci sınıfları okumaya geçirebildiğini görüyoruz. Türkçeyi unutmamaları konusunda sıkı sıkı uyararak karnelerini dağıttığı öğrencileriyle vedalaşan Emre öğretmen bavulunu yükleyip gelecek eğitim yılında dönmek üzere bindiği arabada ilerlerken, final sekansında oyun oynayan, şakalaşan, derede yüzen çocukların tüm özgürlükleriyle Kürtçe konuştuklarını, bağırdıklarını, eğlendiklerini görüyoruz. Kürtler çünkü. O dilin dünyasında yaşıyorlar. Anneleri o dili konuşuyor…
Filme, kameranın odaklandığı öğretmen cenahından baktığımızda eğitim sisteminin hali pür melali orta yere dökülürken, çocukların gördüğü yerden bakınca meselenin trajik yönü ortaya çıkıyor. Normalde pek taranmayan saçlarınız anneniz tarafından yoluna yoluna taranıyor, yeni okul önlüğü giydiriliyor, çantanız elinize veriliyor ve belli ki anneniz babanız tarafından önemsenen okul denilen binaya gönderiliyorsunuz. Gönderildiğiniz yerde hayatınızda ilk kez devletle karşılaşıyorsunuz. Onun kuralları, yasakları ve dayatmaları ile… Çevrenizdeki herkesin konuştuğu, o yaşa kadar kendinizi ifade ettiğiniz dil okulun duvarları arasına girdiğiniz anda yasaklanıyor ve sık sık ‘Kürtçe konuşmak yok, Kürtçe yok’ şeklinde uyarılıyorsunuz. Kürtçe yazdığınızda veya alışkanlık gereği konuştuğunuzda azarlanıyor, tek ayaküstünde durma cezasına çarptırılıyorsunuz. Diliniz bir türlü dönmediği için ‘tuvalete gidebilir miyim’ cümlesini çıkarana kadar akla karayı seçerken Türkçeyi biraz öğrenmeye başladığınızda ezberletilen ilk şey ‘andımız’ oluyor. Her sabah bir Kürt çocuğu olarak ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diye başlayan ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ şeklinde biten cümleleri hep bir ağızdan terennüm ederek okulunuza giriyorsunuz. Yabancılaştırıcı, bastırıcı, doğrudan ve dolaylı şiddet türlerinin tümüne maruz kaldığınız travmatik bir eğitim sürecinin içinde yoğruluyorsunuz.
Yaptığımız bu tespitlere bakılarak filmin yoğun bir siyasi propaganda içerdiği zannedilmemeli. Bilakis ülkenin en yakıcı sorunlarından birini anlatmak için yapılan film, masaya yatırdığı meseleyi haykırmadan, küfretmeden, slogan atmadan, ötekileştirmeden, düşmanlaştırmadan anlatmayı başarabilmiş. Ajitasyona kaymadan, duygu sömürüsüne de girmeden sorunun fotoğrafını çekmekle yetinmiş.
Adana Altın Koza Film Festivalinden En İyi Film ve Büyük Jüri Ödülü, Altın Portakal Film Festivalinden de En İyi İlk Film ödülü alan ve pek çok organizasyondan farklı ödüller alan filmin mizahi bir yönü de var aynı zamanda. Okulu merkeze alarak ilerliyor ama özellikle iki öğrencinin aile hayatlarına ve evlerine de zaman zaman konuk oluyoruz. Hemen dikkati çeken, okulu sevmeyen, biran önce kaçmak üzere hazır şekilde sırtında çantasıyla oturan Zülküf ve hanım hanımcık tavırlarıyla Rojda. Bilhassa Zülküf’le ilgili sahneler bir yandan güldürürken bir yanıyla da yüreğinizi burkuyor. Karne sahnesinde Zülküf’ün, elini öptürmeye çalışan öğretmenin ne istediğini anlayamadığı sahne filmin en sempatik sahnesiydi. Yine aynı bölümde öğretmenle aralarındaki şu diyalog Türkçe öğrenmeye en çok defans geliştiren, daha çok ezberden giden Zülküf’ü bağrınıza basma hissi uyandırıyor:
-‘’Yazın kitap okuyacan mı Zülküf?’’
-“Hayır’’
-‘’Ne demek hayır len’’
Bir sahnede de büyük öğrencilerden birinin Kürtçe yasağına aykırı bir şey yaptığını gören öğretmenin tepkisi, neden olan olayın trajikliğini perdeleyecek kadar doğal ve komikti:
‘’İnadına mı yapıyon oğlum. Dersimiz Türkçe kitaba Kürtçe yazmış yaa. Çık tahtaya çık, kaldır tek ayağını, çık…’’
Anlık durumun komikliği nedeniyle gülüyorsunuz fakat ağızda acı tat bırakan gülümseme büyük bir şefkat hissine dönüşüyor. Öğretmenin gerek deneyimsizliği, donanımsızlığı gerekse de insan olarak psikolojisinin bozulduğu zamanlarda çocuklara davranışının ve hitabının sertleşmesi içinizi acıtıyor zira çocukların tek eksiği Türkçeyi bilmemek değil. Hayatlarında hiç çikolata görmemiş o çocukların ayı ile ineği ayırt edememeleri, el öpmekten haberdar olmamaları, kalem açmayı bilememeleri, öğretmen olmadan tuvalete gidememeleri, aynı şekilde velilerinin de cahil kalmış olmaları ne oradaki insanların suçu ne de Emre öğretmenin…
Film bittiğinde keşke diyorsunuz Türkiye’de bütün siyasal-toplumsal sorunlar sanat yoluyla ve bu kadar incelikle, empati yaratmayı başararak anlatılabilse; kamplaşmadan, kutuplaşmadan sorunlar çözümlenebilse. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan bu tür girişimlerin artmasını dilemekle birlikte filmin işlediği ana tema olan anadilde eğitim konusunun Türkiye’deki tarihsel serencamı ve gelinen noktada nasıl bir yöntem üzerinden ilerlenebileceği üzerinde kısaca duralım.
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün bir makalesinde şöyle der: ‘’Bir medeniyetin gücü ve kudreti, beslendiği kültürlerin çeşitliliğine ve bu çeşitliliğin yarattığı kudrete bağlıdır. Kültür çeşitliliğini öldürmek, İslam medeniyeti havzasına su taşıyan farklı kültür ırmaklarını kurutmaktan öte bir işe yaramaz.’’ Aklın, vicdanın ve sağduyunun da böyle olması gerektiğini haykırdığı bu anlayış Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de temelleri üzerine kurulduğu ulus devlet anlayışına taban tabana zıttır. Ulus devletlerin ana mantığı kültürel homojenleşmeyi ve tektipleşmeyi sağlamaya dayalıdır. Ulus devlet, toplumdaki kültürel farklılıkları yok etmeyi ve etnik, dini ve dilsel açıdan ‘milli’ bir birlik oluşturmayı arzular. Bunu yapabilmesi yerel kültürel aidiyetleri törpüleyebilme gücüne bağlıdır. Dilin salt iletişim aracı değil aynı zamanda bir kültürün taşıyıcısı olduğunun, kullanımı yasaklanan dile ait olan kültürün de kendini yenileyemeyip gelişemeyeceğinin farkında olan bu yüzden de milliyetçiliği ana kavramlardan biri olarak baş tacı eden ulus devletler için ‘tek dil’ politikası hayati önemi haizdir. Hatta Türk dilinin de milli bir içeriğe kavuşturulma yolunda başına neler getirildiği herkesin malumudur.
Milli birliği sağlama adına herkes aynı dili konuşmalıydı. Bunu sağlamak için oldukça agresif tarzda asimilasyonist politikalar izlendi. Kamusal alanda Türkçe konuşmanın zorunlu tutulması, azınlık isimlerinin Türkçeleştirilmesi, coğrafi isimlerin Türkçe isimlendirmelerle değiştirilmesi ve ardından ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarıyla devam eden sürecin sonunda Kürtçe konuşmanın yasaklanması geldi. 12 Eylül darbesiyle şizofrenik bir hal alan ve hayatın tamamını kuşatan Kürtçe yasağı 90’lardan itibaren sakinleşmeye başladı. 2002 yılı itibariyle de AB uyum yasaları bağlamında Kürtçe yayın yapan devlet televizyonundan Kürtçe seçmeli ders uygulamasına kadar pek çok değişiklikle Kürtçe dilinin önündeki engeller kaldırıldı. Devletin varlığına, birliğine herhangi bir zarar getirdiği gözlenmeyen bu değişiklikler yapılmakla birlikte bugün Türkiye’de terör örgütü ve uzantılarının kitleleri yönlendirebilme bağlamında en çok propagandasını yaptıkları anadilde eğitim konusunda herhangi bir adım atmamakta devlet ısrarlı gözüküyor. Oysa tüm dünyada uygulanan çift dilli-çokdilli eğitim modelleriyle bu sorunu kolaylıkla aşmak mümkün. Fakat Türkiye’de her şeye dominant şekilde müdahil olan siyaset, sosyal adaletin, eşitliğin sağlanması adına meselenin çözümünü eğitim bilimcilerin, pedegogların çalışmalarına bıraktığında sorunsuz şekilde uygulanabilecek çiftdilli ve çok kültürlü eğitim, tektipçi mevcut eğitim sisteminin neden olduğu sorunları da giderecek ve ülke iç barışını da tesis edecek bir rol oynayabilir.
Bu konuda yapılan saha araştırmaları ve yayınlanan raporlar incelendiğinde benzer sonuçlara ulaşıldığı ve sonuç önerilerinde de ortaklaşıldığı görülecektir. Anadilin eğitim sürecine katılmasında hemfikir olan raporlarda yaklaşım farklılığı olarak belirtilebilecek unsur anadilin eğitimin hangi aşamalarında kullanılacağından ibarettir. Mesela SETA raporunda eğitimin ilk yıllarında anadil ağırlıklı eğitim verilirken ilerleyen aşamada resmi dilin ağırlığı artırılmalıdır şeklinde bir öneri getirilirken incelediğimiz diğer raporlarda çiftdilli-çokkültürlü eğitimin tüm eğitim sürecini kapsaması gerektiğine vurgu yapılıyor. Çiftdilli veya çokdilli öğretmen yetiştirme bölümlerinin açılması, öğretmen adaylarına dilsel ve kültürel çeşitlilik hakkında eğitim verilmesi, bölgede görev yapacak öğretmenlere Kürtçe dil kursları ile destek verilmesi konusunda net bir görüş birliği bulunuyor.
Çokdilli-çokkültürlü eğitim konusundaki tartışmaları ve çalışmaları incelemek, dünyadaki uygulama örneklerini görmek ve çözüm önerilerine dair geniş bilgi edinmek için aşağıdaki çalışmalar incelenebilir:
Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) “Türkiye’de Çiftdillilik ve Eğitim: Sürdürülebilir Çözümler için Atılması Gereken Adımlar” başlıklı raporu
SETA – Anadilde Eğitim: Dünyada Yaygın Uygulama Modelleri
Çiftdillilik ve Eğitim. Müge Ayan Ceyhan – Dilara Koçbaş
Göç ve Çokdillilik Bağlamında Okullarda Okuryazarlık Edinimi. Müge Ayan Ceyhan – Dilara Koçbaş
DİSA– ‘Dil Yarası’ adlı çalışma. ‘Toplumsal Cinsiyet, Eğitim ve Anadili’ başlıklı analiz ve ‘Anadili Temelli Çokdilli ve Çokdiyalektli Dinamik Eğitim’ raporu