İnsanın Anlam Arayışı

Bekir Birbiçer
Özgür Eğitim-Sen MYK Üyesi                                           Tüm Yazıları
10.01.2019
A+
A-
Paylaşın

İnsanın anlam arayışı insanlık tarihiyle yaşıt bir arayıştır. Dinlerin varlık nedeni bu olmakla birlikte insanlık gerek felsefe üzerinden, gerek edebiyat boyutundan tarih boyunca varoluşsal sorgulamalar yapagelmiştir. Günümüzde sinema bu arayışın, varoluşsal sorgulamaların yapıldığı ana mecralardan biri haline gelmiş bulunuyor.  Tarkovski, Bergman, Kurosawa gibi yönetmenlerin de, Batı toplumlarında başlayıp doğuya da etki eden yeni dalga akımlarının da bu arayışın yansımaları olarak görülmesi gerekir. farklı temalar üzerinden irdelenen, pek çok nedene bağlı olarak şekillenen; genelde karamsar, mutsuz ve umutsuz ruh halinin temel tetikleyici olduğu derinlemesine varoluşsal sorgulamaların yapıldığı bu yapımların yerli ve yabancı sayısız bağımsız sinema örneği olmakla birlikte son yıllarda dikkatimi çeken ve meseleyi farklı açılardan tartışan beş film üzerinden irdelemek istiyorum.


Zeki Demirkubuz, Dostoyevski’nin ‘’Yeraltından Notlar’’ eserinden ilhamla yazdığı ve yönettiği ‘’Yeraltı’’ adlı filminde kendisi dahil her şeyden tiksinti duyan memur Muharrem’in karanlık ruh hali üzerinden konuya müdahil olur ve müthiş bir portre çıkararak; koca şehirde yalnızlık ve ruhsal çöküntünün dipsiz boşluğunda yaşayan, anlamsız ve rutin bir hayatın cenderesinde kafayı sıyırma noktasında birinin kasvetli iç dünyasını tüm çıplaklığıyla ortaya serer. (kusar mı demeliydim)

Spike Jonze ‘’Her’’de başarısız bir evlilik yaşamış, şirketin birinde gençlere romantik mektuplar yazarak geçinen, melankolik ve kırılgan yapısıyla koca şehirde yalnızlığın diplerinde yaşayan Theodor’un kadın sesli bir işletim sistemi ile kurduğu arkadaşlıkla başlayan, dostlukla gelişen ve aşkla devam eden ilişkisi üzerinden meseleye katkı sunar. Bunu yaparken de teknoloji, toplum ve modernizm eleştirisi yapmayı ihmal etmez. Aile, akrabalık, dostluk gibi insanı manen güçlü tutacak bağların cağşadığı, insani ilişkilerin mekanikleştiği bir süreçte mekanik bir işletim sistemine tüm iç alemini dökmeyi ve dünyasını ondan ibaret kılmayı tercih eden ilişki özürlüsü yalnız bir adamın teknoloji harikası bir darbeyle berhava olmasını unutulmaz inceliklerle anlatır. 

2006 yılı yapımı Little Miss Sunshine‘da anlam arayışı bu kez aşkına karşılık bulamadığı için intihara teşebbüs eden, kendini ABD’nin en iyi edebiyatçısı olarak gören, Proust hayranı eşcinsel bir öğretmen üzerinden irdelenir. Hayatının aşkını ıskalaması sonrası yaslanacağı bir şey kalmadığına inandığı, her şeyin bomboş ve anlamsız olduğuna ikna olduğu bir süreçte onu hayata döndüren şey her zaman ve şartta ihtiyaç duyduğumuz şeydir. O da kopmuş bağları tekrar bir araya getirmek için tırmalayan ablası ve onun, kaybedenlerden nefret eden bir kaybeden olan babasının sevgisini kazanmak için güzellik yarışmasını kazanmak isteyen küçük ve tonton kızı Olive’in tutkal görevi gördüğü sevgi dolu sıcacık aileden başka bir şey değildir. Tamamen farklı yapılarda karakterler olmalarına rağmen aralarında oluşan sevgi bağı ve birbirleri için göze aldıkları rezillikler, hayatta tutunacak değerler ve sıkı bağlar olduğunu hatırlatır. 

Alexander Payne‘e ait Sideways‘deki Paul Giamatti‘nin canlandırdığı ingilizce öğretmeni Miles karakteri, orta yaş bunalımı yaşayan erkeklerin anlam arayışının en sembolik isimlerindendir. öğretmen Miles iki yıl önce eşinden boşanmıştır ve henüz toparlanamamıştır. Hala bir umudu olduğu eşiyle tekrar bir araya gelme hayalleri içindedir fakat eski karısının bir ay önce evlendiğini öğrenecek ve daha da bir gömülecektir. Miles, yazdığı ”Dünden Sonraki Gün” adlı uzunca romanını bastıracak yayınevi bulamayan, parasızlık çeken ve bu sorununu annesinin birikmişlerini tırtıklayarak gideren tam bir kaybedendir. Şarap tutkusundan başka onu hayata bağlayan bir şeyin kalmadığını düşündüğü sıralarda Miles’ı gömüldüğü mezardan çıkarıp tekrar hayatın renkleriyle tanıştıracak ve şarap uzmanlığı dâhil birçok ortak yönüyle yüreğini tekrar hissetmesini sağlayacak olan Maya’dan başkası değildir. 



Son olarak Sofia Coppola ise Lost in Translation‘da orta yaşını geçmiş bir aktör üzerinden tartışmaya katılır. Ele aldığı karakter, kariyerinin sonlarına gelmiş, eski günlerinden uzakta da olsa reklam çekimleriyle ayakta duran, uzun zamandır karısıyla duygu bağını kaybetmiş, çocuklarının da ilişkiyi onarma veya hayata bağlama gibi bir rol oynayamadığı ailesinden umudunu kesmiş, usanmış ve yalnız bir adamdır. Son işi Japonya’dadır ve dilini bilmediği için iletişim kuramadığı, bu yüzden de iyice sıkıldığı bu diyardan bir an önce kurtulmanın derdinde iken kendisi gibi aynı dertten muzdarip, felsefe mezunu olduğu için farklı dünyalarda yaşadığı kocasından ve çevresindeki insanlardan kopuk bir hayat yaşayan genç ve güzel Charlotte ile tanışır ve ortak yönlerini keşfettikçe kaynaşır. Kadın ve erkeğin cinselliğin dışında da paylaşabilecekleri bir şeyleri olduğunu göstermek istercesine birbirlerine ruh dünyalarını açarlar. Hayata ve kendilerine yabancılaşmış, anlam yitimine uğramış bireylerin istedikleri her şeyi sağlayacak maddi imkanları da olsa ruh dünyalarındaki boşluğu dolduramadıktan sonra mutlu olamadıklarını, huzur bulamadıklarını, anlam boşluğunu kapatamadıklarını görüyoruz. Ne zaman ki kendisini anlayacak, ruhunu açabilecek birini buluyorlar işte o zaman renkli ve ışıltılı görselliğine rağmen bomboş ve ruhsuz gelen, ruhlarının bedenlerine dar gelmesini engelleyemeyen Tokyo şehri başka bir anlam kazanıyor, göremedikleri ayrıntıları ve güzellikleri görmeye, alamadıkları tatları aptalca şeylerden almaya çılgınca mutlu olmaya başlıyorlar. Yani biri yolun sonuna yaklaşmış diğeri de henüz yolun başlarında olan anlam kaybı ve amaç yoksunluğu yaşayan iki insanın hayatı aşk ve sevgiyle yeniden mânâlanıyor, iletişim kurabildiği insanla ruhuyla bedeni uyumlu hale geliyor ve dünyaları içerik kazanıyor. 

İnsanın anlam yitimini ele alan ve çeşitli yönleriyle tartışan bütün bu örnekler Aliya İzzetbegoviç’in uygarlık-kültür ve toplum-topluluk ayrımlarını akla getiriyor. Ona göre uygarlık insanın maddi yönünü, kültür ise manevi yönünü temsil eder. Kültür insan olmak hüneri, uygarlık ise işlemek, üretmek, yönetmek, şeyleri daha mükemmel yapmak maharetidir. Bir başka deyişle ”kültür durmadan kendini yaratmak”, uygarlık ise dünyayı durmadan değiştirmektir ve manevi değil teknik gelişmenin devamıdır. 
Aliya’ya göre kültürün sahibi insandır; uygarlığın sahibi ise toplumdur. Kültürün amacı terbiye sayesinde kendi kendine hakim olmak; uygarlığın amacı ise bilim sayesinde tabiata hakim olmaktır. İnsan, felsefe, sanat, şiir, ahlak, inanç kültüre aittir. Devlet, ilim, şehirler, teknik, uygarlığın belirleyenidir. Teknik ve ilerleme günden güne gelişmekte fakat bu mekanizmanın içinde insan şahsiyetini kaybetmekte ve onun bir parçası olmaktadır. 


Aliya sözü buradan toplum ve topluluk farkına getirir. Bireyler tarafından meydana getirilen ve çıkar esasına dayanan ”toplum” ile kişilerin beraberlik hissi ile bağlı olduğu ”topluluk” arasında ayrım yapar. Toplumun maddi ihtiyaca, topluluğun ise manevi ihtiyaca dayandığını dile getirir. Toplum içinde insanlar çıkarlar nedeniyle birbirine bağlıdır fakat toplulukta insanlar ortak fikir, karşılıklı güven veya bir oldukları duygusuyla birbirine bağlı kardeşlerdir. Uygarlık, toplumu oluştururken insanlar arsındaki aracısız bağı koparır harici, anonim ve vasıtalı bağlar kurar. Toplum üyelerinin çıkarlarının ifadesi olan üretim toplulukları ve devlet veya kurumları, aile ve manevi topluluğun karşısında konumlanır. Benle sen yoktur bu ilişkide. Hepimiz sadece ”onlar”dan ibaretiz. Büyükşehirlerde insanların kendilerini yalnız hissetmeleri paradoksunu bu gerçek açıklayabilir. 


Son olarak şu örneği verirsek Aliya’nın derdini daha net anlamış oluruz. Dostoyevski’nin romanlarında insan ruhu dehşetli bir büyüklükle gözlerimizin önüne çıkmaktadır. Ruhun içinde olup bitenler o kadar büyüktür ki, onların karşısında bütün dış dünya, zenginliği ve yoksulluğuyla, devletleri ve mahkemeleriyle, başarı ve başarısızlıklarıyla bize sahte ve önemsiz görünmektedir. 


Uygarlıkta sadece dünyayı görürsünüz, insan burada bir noktadır ve planı, şemayı görmenize yardım etmektedir. Kültürde ise insan büyüklüğüyle tüm dünyayı gölgede bırakır ve dünya sadece görünüş, dekor hatta bir hayal olur. Bu bağlamda insanın anlam arayışını veya bunalımlarını anlamakta uygarlık-toplum ile kültür-topluluk arasındaki farklar bize yol gösterecektir. Modern veya postmodern dünyada uygarlık, ütopyasını gerçekleştireceği toplumu kurarken kültürü yani insanın manevi yönünü temsil eden topluluğu ortadan kaldırdı. Modernizm hayatı mekanikleştirdi. İlişkileri yapaylaştırdı. Aileyi olabildiğince minimize ederek etkisizleştirdi. Aşkı, sevgiyi, dostluğu, dayanışmayı bireysel menfaatlere ezdirdi. Kişiliğinden sıyrılmış kuşakların monoton, robotik ve sonsuz bir şekilde doğurarak, üreterek, tüketerek ve ölerek birbirini sonsuza kadar takip etmesi anlamına gelen modern ütopyanın mümkün olduğuna inanmak insan ruhunun inkarı esasına dayanan bir nevi safdil iyimserlik demektir. O yüzden her şeye rağmen şahsiyet sahibi insan, ruhunun devinen bir varlık olması hasebiyle düştüğü boşluktan her seferinde kültüre, maneviyata, aşka, şiire, sanata, aileye, dostluğa, kardeşliğe, fedakarlığa, sevgiye dönerek kurtulmayı başaracak uygarlığın, tekniğin, toplumun mekanikleştirmesinden ve ruhunu çalmasından her seferinde arınmayı başaracaktır.

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

Whatsapp Destek
1
Whatsapp Destek Hattı
Üyelik işlemleri için Whatsapp iletişim hattımız