Okyanusu geçip derede mi boğulacağız?
v
Son on iki yıl, kaba bir modernizasyona tabi tutulmuş kesimlerin sistem nezdinde tanınma mücadelesine sahne oldu. Ekonomik, sosyal ve siyasal düzenlemeler yapılmış olmakla birlikte hâkim söylem, kimlik ve kültürel hakların önündeki engellerin kaldırılması ve sistemin bu meyandaki dönüşümüne odaklıydı. Belirli mesafeler alınmış olmakla birlikte son üç yılda yaşanan gelişmeler hem siyasal gerilimi besledi hem de sistemin dönüşümünü mümkün kılan müzakere, konuşma ve tartışma ortamını baltaladı.
Kutuplaşma üzerinden siyasetin parsellendiği ve toplumsal kesimler arasında akışkanlığın askıya alındığı teyakkuz durumu var. Kimliklerdeki inanılmaz devinimin içerde absorbe edilmeye çalışıldığı kriz durumu, siyasal ilişkiyi işgalci bir nitelliğe büründürüyor. Çünkü konjonktür müzakerenin, tartışmanın ve konuşmanın anlam bulacağı “ötekini olduğu gibi tanıma” eşiğinden tekrar uzaklaşmış durumda. Öteki bugün “olağan şüpheli, inanç ve düşünce dünyasıyla yanlış tercihte bulunmuş, “zurnacıya kaçmış”olan olarak görülüyor.
Toplumun yıllar boyunca içine yerleştirildiği aşağılayıcı imajdan kurtulması kolay olmuyor. Baskılananın uğradığı baskı, baskılananın tanınma talebini şiddetlendiriyor ve fetişleştiriyor. Yarının Türkiye’sini inşa edecek uzlaşımsal bir stratejiye muhtacız. Makul anlaşmazlığa muhtacız, tahripkâr, düşmanlaştıran anlaşmazlığa değil.
17-25 Aralıkla iyice açığa çıkan “fetret devri” 30 Mart ve 10 Ağustosla kapatılmış gibi oldu. Süreç hitama erdirilemezse çalkantılı bir sürecin bizi bekleyeceğinden emin olabiliriz. Devletin derinliklerinde uyumaya yüz tutmuş pek çok hücre can suyuna kavuşacak, önümüzdeki süreç çalkantılı ve gerilimlere gebe bir hal alacak. Son yıllardaki siyasi istikrar erken seçimlerin baskısı altına girecek, sivil siyaset lehine oluşan güç temerküzü dağılarak siyaset dışı aktörler için münbit bir alan teşekkül edecek.
Tüm aktörler el altından korku, endişe ve belirsizlik pompalıyor. Korkuya, endişeye ve belirsizliğin tehditkâr dünyasına atıflar yaparak güven adası olarak kendilerini kodluyorlar. Ötekini korku nesnesi, güvenilmez, tehdit ve endişe kaynağı olarak kodlayan her aktör, söyleminin bumerang gibi dönüp kendisini vurduğunu farketmiyor veya buna rıza gösteriyor.
Ak Parti’nin hâkim parti olma serüveni aynı zamanda Türkiye’deki siyasal yapıyı makro bölünmelere götürmüştür. Ak Parti yüzde 50 bandına yerleşirken muhaliflerini de sosyolojik tabanlarının potansiyel sınırlarına dayandırıyor. Şimdi bu şartlar altında seçim süreciyle ortalığı kaplayan hayallere, zafer beklentilerine nasıl bakacağız? Hükümet’in düşüş göstereceği beklentisi nasıl bu kadar yüksek alıcı buluyor? CHP, MHP, HDP, hepsi çok motive.
Şüphesiz seçim sürecinde siyasal partilerin iddialı olması, beklenti düzeylerinin yüksek olması normal. Ancak bizler için beklentilerin gerçekliğine ilişkin soğukkanlı bir okuma yapma zarureti var.
30 Mart ve 10 Ağustos’un ardından değişen nedir? Ak Parti’de, CHP’de, MHP’de ve HDP’de değişen nedir?
Örneğin CHP hangi politik açılımı gerçekleştirdi? Hangi paradigmatik dönüşüme uğradı? Hükümetin eksik bıraktığı, yapmadığı hangi atılımları gerçekleştirecek? Vaat ettiği hangi dinamikleri ileri taşıyacak? Nihayetinde seçmen davranışları karakaş, kara göz hayranlığına yaslanmıyor. Yani CHP, hükümetin seçmen kitlesini hangi üst vaatlerle yanına çekecek? Var mı böyle bir teşebbüs? CHP bir taraftan eskiye çadır kurmuş diğer yandan eskiyi aşındıran yeniye talip. Yeniye talip olmak eskiyi riske atmak, eskiye sarılmak yeniye veda etmek demek. Riske girmediği için temelde söylemi cahil ve kandırılmış gariban halkımızın bu seçimde gerçekleri görmesi ve CHP’ye destek vermesi temennisinde kalıyor.
MHP tarihiyle, söylemiyle uyumlu muhalif parti, kafası karışık değil, söylediği, yaptığı, yapmak istediği güç ve kudretiyle karşılaştırıldığında makul ve mantıklı düzlemde. İktidar olma beklentisi yok, baskısı yok. Akışında seyreden bir siyasal atmosferde MHP, alabileceği oyun tamamını alıyor durumda. Bugünkü konjonktür ve atmosfer içerisinde son derece başarılı olduğu dahi söylenebilir.
HDP yapısal sorunlarla boğuşmakta. Sistemin dönüşümü noktasında büyük işlev görmüş bir hareketin tutsak lideri ve silahlı unsurları arasında presleniyor olsa da yeni sürece entegrasyon emareleri gösteren partilerden biri. Stalinist bir yapılanmanın bedenine Post-Marksist bir ruh üflendiğinden ruh-beden uyumsuzluğu gösteriyor. Son Ağrı hadisesi ve özellikle 6-7 Ekim olaylarındaki tutum ile Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutum örneğin. Şimdi çıtayı barajı geçmek üzerine belirlemişken sosyal-siyasal ve zihinsel olarak uyuşmadığı cephenin söylemine sarılması izaha muhtaç bir durum. HDP nihayetinde barajı aşması veya aşmaması kullandığı politik söylemden daha önemli değil. Kullanılan politik söylem, Türkiye okuması ve Türkiye vaadi şayet CHP ve MHP ekseninde ise o zaman HDP’nin barajı geçmesinin veya geçmemesinin bir anlamı olamaz. Hele hele seçim stratejisini Erdoğan karşıtlığına indirgeyen vurgusu belirli kesimlerde biriken nefrete talip olması, en olası müttefikini gayrı meşrulaştıran tutumuyla ulusal ve global siyaset içerisinde araçsallaşan bir pozisyona tav olmak demek.
Gelelim AK Parti’ye. Son dönemlerde yaşanan krizleri ve oluşan rölanti durumunu giderecek hangi mekanizmaları işletecek? Yakalandığı güvenlik sendromunu nasıl aşacak? Mevcut gerçekliğin netameli şatları üzerinden gerekçe üreten, yaptığı ilkesel olmayan, konjonktürel uygulamalardan vazgeçecek mi? Kabaran azgın iştihaları nasıl dizginleyerek Türkiye’nin dönüşüm dinamiğine bağlayacak? Yeni olanın talep ettiği yeniliğin kendi nefislerimizde yenilenmeyi talep ettiğinin şuurunda yol alacak mı? Yeni Türkiye vurgusu, tüm Türkiye’nin içinde yol alacağı, normalleşeceği, adil, özgür ve ahlaklı bir ülke olacağının garantisini nasıl verecek? Karşılaştığı krizleri HSYK, Balyoz-Ergenekon davalarında olduğu gibi pragmatik koalisyonlarla mı yoksa ilkesel düzenlemelerle mi aşacak? Kendi tabanının devlete sızmasına kapı aralayan kayırmacı politikalara dur mu diyecek yoksa bu yozlaştıran siyasete arka mı çıkacak? Ak Parti mücadelesi dayandığı toplumsal kesimlerin ve hükümet ettiği tüm Türkiye’nin önündeki engellerin kaldırılmasına motive olmalı, bu engelleri başka alanlara başka kesimler için oluşturmaya değil. Bu devletin milletle buluşması değil, devletin bir kesime açılmasıdır ve özü itibariyle toplumsal yönelime, bugüne ve yarına hakarettir. Büyük bir misyonun az bir çıkar karşılığında heba edilmesi olacaktır.
Bir not ta toplum olarak bize. Siyasal tercihlerimizi elbette mevcut aktörler içerisinden birisi üzerinden vereceğiz. Ancak mevcut şartlar ve adaylar üzerinden yaptığımız tercih, olması gerekenin çok altında bir tercih olduğunu bilerek eleştirilerimizi, sorgulamalarımızı diri tutmak, ısrarla dile getirmek boynumuzun borcudur. Desteklediğimiz aktör başta olmak üzere Türkiye’nin muhtaç olduğu şey budur. Yoksa putperet bir siyasal tarafgirliğin, her yapılanı gerekçelendiren yandaşlığın ve karşıtlığın ne bize, ne desteklediğimiz partiye ne de bu ülkeye faydası olacaktır.