ÖZGÜRLÜK VE ADALET TALEBİ HERKES İÇİNSE ANLAMLI
Türkiye’de 27 yıllık tek parti uygulamaları ve askeri darbeler üzerinden sürekli kılınan vesayet rejimi zaman zaman farklı kesimler üzerinde etkisini yoğunlaştırmış ve birbirinden farklı ötekiliklerin oluşmasına neden olmuştur. Bu sebeple Türkiye’de farklı toplulukların diasporasından söz etmek mümkündür. Bu çerçevede bir Kürt diasporası, bir Alevi diasporası, bir Sosyalist diasporası ve bir İslamcı diasporasından söz edilebilir. Kuşkusuz burada diaspora ile teritoryal bir kopuşu değil, hakim paradigma ve egemen söylem tarafından gayrimeşru bir alana sürülmeyi kastediyorum. Bu durum toplumsal hareketleri, “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizelerini yıllar önce şairine yazdıran bir ruh halinin içinde olmaya zorlarken bir taraftan da onları bir varlık/yokluk ikileminin geriliminde tutmuştur.
Türkiye’de farklı zamanlarda politik iktidarın baskısı ile karşılaşan toplulukların kendi muhalifliklerinin dışında diğer ötekilikleri de kapsayacak/kuşatacak “herkes için adalet, herkes için özgürlük” biçiminde özetlenebilecek bir dil kuramamaları ve böyle bir dili kullanamamaları, bu topluluklara uzaktan bakınca muhalif yakından bakınca statükonun gizil müttefiki rolünü vermiştir.
BENİM İÇİN DEĞİL BİZİM İÇİN
Çok trajik olmakla birlikte Türkiye’de muhalif topluluklar, başka bir topluluğun haklarının/özgürlüğünün kısıtlanmasını, kendilerinin baskı ve sınırlamalardan muaf tutulacaklarının bir güvencesi olarak gördükleri için Türkiye’de oynanan oyunun kazananı bugüne kadar hiç değişmemiştir. Dolayısıyla denilebilir ki Türkiye’de özgürlük talebi ahlaki ve insani bir sorumluluk olarak hissedilmemiş sadece egemen/hâkim güçten kendisi için istenilen bir imtiyaz talebi düzeyinde kalmıştır. Hâl böyle olunca özgürlük ve adalet sürekli tüketilen sözcükler olmakla birlikte başkasının uğradığı haksızlık ve başka yüreklerde hissedilen acı, bir tür kayıtsızlık ahlakı/ahlaksızlığı olarak adlandırabileceğimiz garip bir tutum içerisinde yok sayılmıştır. En net ifadeyle bu tutum; dayak yiyen bizden birisi olunca “şiddet ve zulüm” diyerek ayağa fırlamak, dayak yiyen öteki ise durumu bir spor müsabakası olarak seyretmek biçiminde tezahür eden ahlaki bakımdan sakat bir tutumdur. Bu eleştirimizden maalesef bugüne kadar Türkiye’deki hiçbir toplumsal hareket kendisini muaf kılacak çapta bir görüntü vermemiştir.
Özgürlük ve adalet talebenin ilkesel bir duruştan güç alarak dillendirilmediği ve savunulmadığı her durumda, söz konusu talepler bir grup egoizminin içine sıkışmış ve esaslı, kuşatıcı bir üst-dile dönüşememiştir. Bu ise kendi taleplerini dile getirirken muhalif, bir başkasının taleplerine karşı ise otoritenin tasarruflarını sahiplenici bir politik şizofreniye yol açmış ve her seferinde özgürlük ve adalet talebini sahici bir imkân olmaktan çıkartmıştır.
Bugün çözüm sürecinden, kimlik meselesine, eğitim sisteminden, toplumsal alandaki hak taleplerine kadar pek çok başlık altında cereyan eden saflaşmalar, yapılan tartışmalar ve yaşanan kamplaşmalar Türkiye’de alışık olduğumuz politik mücadele biçiminin, ideolojiler farklılaşsa da ortak bir zihniyette aynılaştığını bir kez daha bizlere gösteriyor. Oysaki bir an için durup düşünmek ve süregelenin yarattığı tahribatı görmek ve söz konusu tahribatın bu ülke insanının hayatında yol açtığı hasarı tespit etmek gerekiyor. Çatışma temelli bir siyasal kültürün bugünün insanına devrettiği acı bir mirasın artık taşınamaz bir yük olarak hayatlarımıza koyduğu ipoteği kaldırmanın zamanı gelmiştir. Max Stirner her türden şabloncu ve ideoloji kıskacında düşünmeyi betimlemek için “kafadaki tekerlek” benzetmesini kullanmıştı. Kafalarda dönen tekerlekler her seferinde vicdanlarımızı çiğneyip geçiyor, birbirimize karşı körlük ve his yoksunluğunun kaynağı haline geliyor, hayatın içindeki renkleri solduruyor.
YENİ BİR KÜLTÜR
Bugün, özgürlük ve adalet temelinde toplumun tüm kesimlerini kuşatan ve bu yönüyle de aslında derleyen ve toparlayan bir misyonla toplumun kalıplar ve şablonlar üzerinden kafese alınma ve çatışma/ayrışma eksenine mahkûm edilme girişimine karşı toplumsal hareketliliğin yeni yönelimini temsil edebilecek, bunu hegemonik ya da hiyerarşik bir alana tahvil etmeden, kimseyi ötekileştirmeden ve yok saymadan, toplumun kardeşlik ve birlikte yaşama becerisi üzerinden ortaya koyduğu derin tarihsel tecrübeye yaslanarak, özgürlükçü bir çizgide, kimden gelirse gelsin ve kime karşı olursa olsun her türden dayatma ve zorlamaya karşı güçsüzün, ezilenin ve adalet arayanın yanında duracak bir siyasal duruşa ve konum alışa ihtiyaç vardır.
Toplumun tüm bileşenlerine açık yüzüyle, kendisi için istediğini bir başkası için de isteyebilmenin sorumluluğuyla hareket edebilme yeteneğine sahip, entelektüel ya da politik her türlü çaba hem toplumla olan teması en mümkün noktadan kavrayacak hem de mevcudu aşma imkânlarını kendisi için muhafaza edecektir. Böylesi bir çaba, yeni entelektüel figürleri ve yeni politik aktörleri ile siyasal alanda, cephe siyasetinin sonunu haber verirken yeni bir siyasal kültürün işaret fişeği olacaktır. Yarına dair sözü olan her düşünceden entelektüel ve politik hareket, böylesi bir kültürün temsilinde bulunabildiği ölçüde kendisini yarına taşıyabilecek, aksi durumda ise dünde kalacak ve yarın olmayacaktır.
Yenişafak/05.05.2013