Teacher Man – Öğretmen
66 yaşında yazdığı ilk kitabı “Angela’nın Külleri” ile Pulitzer Ödülü’nü kazanarak edebiyat dünyasına bir yıldız gibi düşen Frank McCourt, Teacher Man’de, 36 yıllık öğretmenlik serüvenini ve öğretmenlik deneyiminin yazarlığa attığı adımdaki rolünü kara mizah ögelerini de kullanarak akıcı bir üslupla anlatıyor.
McCourt, çocukluğunu fon olarak kullandığı ilk kitabından sonra kaleme aldığı ‘Tis‘de öğretmen olduğu döneme kadar yaşadıklarını, Türkçe’ye Öğretmen olarak çevrilen Teacher Man’de de emeklilik yıllarına kadar öğretmenlikte yaşadığı tecrübeleri anekdotlar halinde, roman formatında anlatıyor. Belgesel olarak da değerlendirilebilecek eserde Amerikan eğitim sistemine dair bir yığın done bulmak mümkün.
McCourt, kendisi gibi 40 yıla yakın Amerikan okullarında öğretmenlik yapıp emekli olduktan sonra modern eğitim sistemini bombardımana tutan kitaplar yayınlayarak ve tüm dünyada konferanslar vererek eleştirel eğitim anlayışıyla insanları aydınlatmayı misyon edinen John Taylor Gatto gibi eleştirel ve muhalif bir okuma yapmıyor. McCourt’un modern okul sistemiyle özde bir derdi yok. O sadece okul sistemi içinde yaşadıklarını aktarıyor, yer yer sistemin aksayan yönlerini acı acı hicvetmekle yetiniyor.
36 yıllık serencamı okuduktan sonra mevcut eğitim sisteminin ABD’de de aynı şekilde işlediğini; sistemin yapısal özelliklerinden öğretmenin itibarına, açığı ve gizlisiyle müfredat mantığından öğrencilerin refleklerine kadar bizim okul sistemimizle benzer özellikler ve sorunlar yaşandığını görüyoruz.
Frank McCourt, kenar mahallede bir meslek lisesinde başladığı öğretmenlik serüveninde, seçkin öğrencilerden oluşan prestijli okullarda da kısa süreliğine üniversitede de çalışmış ve yıllar içinde kendisini geliştirerek Amerika Birleşik Devletleri’nde yılın öğretmeni ödülünü kazanacak nitelikte bir öğretmen olmuştur. 317 sayfaya sığdırdığı 36 yıllık öğretmenlik yaşamından aktardığı anekdotlardan bize kalanlar, zihnimizde yarattığı çağrışımlar neler olmuş bakalım:
Frank McCourt ön sözde, ilk romanıyla yakaladığı şöhreti ve gördüğü ilgiyi betimleyerek başlıyor kitabına. Okul dışındaki hayatında gözle görünmez biri iken mahalleye yeni taşınan bir çocuk gibi dahil olduğu edebiyat dünyasında ilgi odağı haline geldiğinde, kendisine eğitimle ilgili fikrinin de sorulduğunu şaşkınlıkla anlatır. Çünkü bizim gibi o da biliyor ki, dünyanın hiçbir yerinde eğitim sistemi inşa edilirken veya yapının aksayan yönleri için reform yapılırken sistemin merkezinde yer alan ve sınıfta öğrenciyle bizzat muhatap olan öğretmene fikri sorulmaz. Sorulur gibi yapıldığında da alınan cevabın gereği yapılmaz.
McCourt, öğretmenin toplum nezdindeki konumunu şu cümlelerle betimler: “ABD’de doktorlara, avukatlara, generallere, aktörlere ve politikacılara hayranlık duyulur ve bu kişiler ödüllendirilir. Öğretmenlere ise böyle bir hayranlık duyulmaz. Öğretmenlik mesleklerin en alt basamağındadır. Öğretmenlere servis kapısını kullanmaları ve arkadan dolaşmaları söylenir. Uzak durdukça sevilirler. Gümüş rengi saçlarıyla geçmişten bir anı olarak düşünülür ve şefkatle anılırlar… Üç beş kuruşluk emekli maaşıyla günlerini geçirmek üzere gri gölgelerin arasında solar giderler.”
Roman, yazarın 1958 yılının Mart ayında öğretmenliğe adım attığı ilk gün, McKee Meslek ve Teknik Lisesi’nde boş bir sınıfta öğrencileri beklerken başlıyor. Acemi bir öğretmen olarak ilk dersinde kovulmanın kıyısından dönmesine neden olabilecek, aykırı ve idealist öğretmen uygulamalarını aktarır. Kısaca değineyim:
Sınıfa girdiğinde ortalık savaş alanı gibidir ve öğrenciler ellerindeki sandviçi birbirlerine atarak eğlenmektedirler. O anlarda ne yapacağını bilemeyen acemi öğretmen, normal metodlarla ilgiyi üzerine çekemeyeceğini anlayınca yere düşmüş olan sandviçi alır ve öğrencilerin şaşkın bakışları arasında yemeye başlar. Başarmıştır. Artık tüm öğrenciler donmuş bir şekilde kendisine bakmaktadır. Ancak aynı anda kapının camından okul müdürü de kendisine bakmaktadır ve başı beladadır…
Dizleri titreyen bir acemi öğretmen olarak karşısındaki öğrenciler; 11. sınıfta okuyan, yaşamı anlamsız, bütün yetişkinleri düzenbaz olarak gören asi gençliktir. Kamuoyunda akademik okullara göre okuldan bile sayılmayan meslek lisesinde, eğitimin zorunlu olmasından dolayı okumak durumunda kalan bu çocukların tezgahından 11 yıldır yaşlısı, genci, serti, kibarı bir sürü öğretmen geçmiştir. İşi hiç kolay değildir. Çünkü çocuklar yeni gelen öğretmeni hızla izler, inceler, yargılar ve notunu verir. Öğretmeni ses tonundan, vücut dilinden ve genel davranışlardan kolayca çözerek ona göre muamele ederler. 11 yıldır her şeyi sünger gibi çekerler ve bilirler. İşte MacCourt böylesi bir sınıfın huzuruna acemi bir öğretmen olarak çıkmıştır ve hiçbir şekilde eğitime motive halde olmayan bu güruhu önce motive etmeli sonra da onlara akademik bilgi öğretmelidir.
Deneyimli öğretmenlerin dahi kontrolü sağlamakta zorlandığı meslek lisesi sınıfında sudan çıkmış bir balık misali çırpınıp duran acemi bir öğretmen ne yapabilecektir. Her biri ilerde araba tamircisi, makinist, elektrikçi, tesisatçı, kuaför, marangoz olacağı için akademik liselerdeki akranlarına göre iki kez dezavantajlı olan bu çocuklar için tarihteki Prut Savaşı veya meyve sineğinin biyolojik yapısı oldukça anlamsızdır. Bunun manasızlığını o müfredatı hazırlayan eğitim sistemi de, o konuları aktarmakla görevli öğretmen de çok iyi bilir. Ancak önemli olan çocuğun o konuları öğrenmesi değil okulda geçirdiği süre boyunca hissetmeden aldığı gizli müfredattır. Onu ilerde uysal bir vatandaş olarak devletinin verdiği ödevleri yapabilmesi o müfredatı almasına bağlıdır.
New York Üniversitesi’nde ders veren profesörler McCourt’a, havada uçuşan sandviçlerle nasıl baş edeceğini öğretmemişlerdir. Nasıl öğretileceğini bilmeyen profesörlerden öğretmenlik dersi almıştır. Teoriler, eğitim felsefesi, etik değerler, çocukların duygusal ihtiyaçları vs anlatılmış, eğitim teorisyenleri tek tek ezberletilmiş ancak bir meslek lisesi sınıfındaki kritik durumlar hiç söz konusu edilmemiştir.
Öğretmen büyük bir dramın sahnelendiği sınıfta yapayalnızdır. Kendi yöntemlerini ve tekniğini kendisi belirlemek, kervanı yolda dizmek zorundadır. Kendisini sadece müfredat aktarıcısı olarak görürse sonsuza kadar öğretmen olamayacaktır. Zira lisede bir sınıfta öğretmenden fazlası olmak zorundasınız. Birçok rolü birden kotarmanız beklenir sizden. Lisede bir sınıfta sadece öğretmen değil; sert bir çavuş, ağlanacak bir omuz, bir disiplin aracı, alt düzey bir bilim adamı, bir hakem, bir palyaço, bir danışman, bir politikacı, bir özür makamı, bir işbirlikçi, bir terapist, bir aptal, bir anne, baba, ağabey, bir son çaresinizdir. Bunlar olamıyorsanız her girdiğiniz sınıftan salya sümük ağlayarak öğretmenler odasına giderken bulursunuz kendinizi. Kendinizi korumak için silahınız, jopunuz yoktur; sadece diliniz vardır, onu çok iyi kullanmalısınız.
Sınıfta bu özelliklerin hepsine aynı sahip olmalısınız zira girdiğiniz sınıfta karşınızda aynı yıl doğmuş 35 tane öğrenci vardır ve sizi dostları olarak görmeyen, aksine kendilerini kıskaca alan otoritenin bir sözcüsü olarak gören her biri farklı özellikteki bu çocukların saygısını ve güvenini kazanmak zorundasınız. Her sınıfın bir sözcüsü vardır. Her sınıfta bir palyaço, bir sulu, bir şikayetçi, bir güzellik kraliçesi, bir eleştirmen, bir pislik, bir hanım evladı, bir kabadayı, bir her şeye gönüllü, bir aşık, bir kavgacı, bir dalavereci mutlaka vardır. Bunların her birinden birden fazla da bulunur sınıfına göre. Ortada bir savaş gemisini çalıştırmaya yetecek kadar adrenalin vardır. Ayrıca onların bir sürü derdi vardır ve siz de bu dertlerden birisinizdir. Adımınıza dikkat etmeli, kendinizi sorun haline getirmemelisiniz.
Size ders işletmemek, dersi karambole getirip kaynatmak sözcünün görevidir. O, ders dışı sorular sorup dikkatinizi dağıtmakla görevlidir. Eğer dalgaya kapılırsanız konuya giremezsiniz. Ki bu tip durumlarda sözlerinizi seçerek kullanmalısınız, zira sınıftaki ukala, eleştirmen veya hanım evladı sizi mutlaka şikayet edecektir. Tabii siz üniversitede bunun da eğitimini almadınız. Dikkatli olmazsanız kaçınılmaz olarak başınız ya veli ile ya da idare ile belaya girecektir. Her ikisiyle de sık sık karşı karşı gelirsiniz meslek hayatınız boyunca. Veli en kıymetlisi olan çocuğunu sizin şerrinizden koruma refleksiyle hareket eder, acemiliğinizi fark ederse size işinizi öğretir veya çirkefleşir. Okul idarecileri ise başka bir alemdir. Öğretmenin ve öğrencinin başına bela olmak üzere sınıftan kaçıp bir şekilde yönetici olmuşlardır. Standart bir öğretmen olmalı dersinize girip müfredatınızı aktarmalı, onların verdiği talimatları yerine getirip verdikleri formları doldurmalı, olmamışlıklarına tahammül etmelisiniz. Ofislerine saklanmayı ve küçük şeytanlardan uzak kalmayı tercih etmiş olan idareciler içinde, “Hocam sınıf senin, dilediğin gibi hareket et, onlara faydalı ol” diyebilecek birini belki meslek hayatınızda hiç göremezsiniz. Okul idarecileri için önemli olan tek şey vardır, o da üstlerinden aldıkları talimatları kesinlikle inisiyatif kullanmadan uygulamaktır. O yüzden asla farklı olana ve farklı yönteme müsamahaları yoktur. Eğer farklı olma ısrarında iseniz tehdit olarak algılanmayı ve hedefe konulmayı göze almalısınız.
Tüm bunları ilk birkaç hafta içinde tecrübe edecek olan McCourt; karşısında kendisini ölçüp biçen, ona karşı hiç de merhametli davranmaya niyeti olmayan onlarca öğrenciyle başa çıkmak için kendi geliştirdiği yöntem ve teknikleri uygulayacak, sıradan olanın dışında kalmaya çalışacaktır. İlk yıllarda öğretmenler odasındaki eski öğretmenlerin, “Onlara kendini açma, kendinden asla bahsetme, istismar ederler.” öğütlerinin hilafına öğrenciler sorar o anlatır. Geçmişinin her kesitini hikayelendirerek sınıfta anlatmaktan imtina etmez. Hayatında bir sürü günlük dehşet, bir sürü ejderha olan bu çocukların güvenini ve saygısını kazanmak için sınıfı savaş alanı olarak görmekten ziyade oyun olarak görmeyi tercih eder. Veliyle de idareyle de ters düşme pahasına bildiğinden şaşmaz.
McCourt’un, öğretmenliğin sınıfa girip dersini anlatmak ve belli periyotlarla sınav yapıp not vermekten ibaret olmadığını anlaması hatta bir öğretmenin hayatının tahmininden çok daha karmaşık olduğunu kavraması çok zaman almamıştır. McCourt da tüm öğretmenler gibi muhatap olduğu çocuklara üniversitede geçirdiği dört uyuşuk yıl boyunca okuduğu hiçbir ders kitabında rastlamamıştır. Hiçbir şey öğrenmek istemeyen, okuldan nefret eden, derste sıkılan, bunalan bir kitleye karşı, her şeyi bir şekilde gerçek hayata bağlayarak, 40 dakika boyunca sınıfı diri tutarak ve ertesi gün asılma ihtimali varsa bile zihnini mükemmel bir biçimde odaklayarak ders anlatmak zorundadır. Öğretmendir ve mucize yaratmak, baltalı ilah olmak zorundadır. Bu noktada durup kendine sorar, “Bu okullar ne için var? Bir öğretmenin görevi sanayi komplekslerine işçi neferleri yetiştirmek midir? Kurumsal montaj hatları için mi şekil vereceğiz insanlara?”
Her sınıfın kimyası, rengi hatta bir ruhu vardır. Hiç sorun yaşamadığınız, girmeye can attığınız sınıflarınız da olur, tersi yöne giden bir araca atlayıp asla dönmek istemediğiniz sınıflar da… Öğretmen, mesleğinde yıllandıkça bir köpeğin içgüdülerine sahip olmaya başlar. Eylülde yeni sınıflar geldiğinde onların kimyasal bileşenlerini koklayabilmeye başlar.
Öğretmenin tek derdi sınıfta vakti öyle veya böyle doldurabilmek değildir. 36 yıl bu mesleği yapan bir öğretmen aşağı yukarı 30 bin saat derse girmiştir ve önündeki sıralardan 10 binden fazla öğrenci geçmiştir. Vicdanının sorduğu “Peki onlar için ne yaptın, onlara ne verdin?” sorularıyla da hesaplaşmak zorundadır. Tedrisatından geçen binlerce insan, şu sorularla vicdanına çullanır: “Sınıfın patronu sendin, aracı sen yönetiyor, rotayı sen belirliyordun. Onları nereye götürdün, hangisinin hayatına dokunabildin, olumlu etki edebildin? Kaç tanesi elinin arasından kayıp gitti, kaçı gözlerinin önünde adım adım kendi felaketine sürüklendi?”
Tabi mazeretin de kuvvetlidir: “Bir öğretmen ne yapabilir ki? Hem sınıflarımız çok kalabalık. Zamanımız az ve ben psikiyatr değilim.”
Artık, tek derdi hükmetmek olan bir öğretmen olarak çocukların hayatında sinek vızıltısı kadar bile iz bırakmadan hatta onlara zarar vererek emekli olup def olup gidebilirsiniz. Şunu dersiniz kendinize vicdanınızı aklarken de: “Ben onların öğretmeniydim. Danışmanları değildim, sırdaşları değildim, aileleri değildim. Ben dersimi anlattım, isteyen aldı, istemeyen oralı olmadı.” Meslek hayatı boyunca silah zoruyla verdiği ve hazmetmeye zorladığı bilgiyi öğrenciden sınav zamanı kusmasını isteyen böylesi bir öğretmen belki eğitim sisteminin tam da istediği öğretmen tiplemesidir ancak çocukların dünyasında iz bırakabilecek biri asla değildir.
Frank McCourt’un hayatının son deminde kaleme aldığı eserinde tüm açık yürekliliği ve acımasızca özeleştiriden de çekinmeyen üslubuyla, sınıflarda geçirdiği binlerce saatten damıttığı tecrübeyi aktarmış. McCourt’un hikayesi yetmiş önce başlıyor ve anlatı bundan onlarca yıl öncesini konu alıyor ancak şu an hala 19. Yüzyıl’dan kalma bir eğitim sistemini sürdürdüğümüz için sınıflar, öğrenciler, öğretmen, idare ve sistemin mantalitesi aynı şekilde devam ediyor. O yüzden öğretmenlerin, öğretmenlik okuyanların hatta fiilen öğrenci olanların ve velilerin okuması ve aktarılan tecrübelerden istifade etmesi gereken değerli bir eser.