Eğitim sistemini mağdurları değil sahipleri savunsun

Ali Aydın
Özgür Eğitim-Sen Genel Sekreteri Tüm Yazıları
18.06.2017
A+
A-
Paylaşın

Eğitim sistemi 300 yıllık yaramız.

Ve sürekli kanıyor!

İstikbalimiz bu sistemin kurgusu, işleyişi ve hasılasıyla yakından ilintili. 19.yüzyılın rüzgârı hâlâ eğitim-öğretim faaliyetlerimize yön vermek, istikamet tayin etmek istiyor. “Zorunlu”“kitlesel”“laik” eğitim erken Cumhuriyet devrinin motivasyonu ile bugünlere geldi. Sistemin ideolojik yükleme istasyonu olarak kurgusu, teklif ettiği ilişki biçimi, mekân tasarımı, ders içerikleri başından beri sorunluydu. Ne var ki Türkiye’deki koşullar bir zamanlar en temel haklarından mahrum edilen insanlar için bir eğitim sistemi tartışmasından çok “eğitim hakkı” kazanma mücadelesini öne çıkardı. Bugün geldiğimiz noktada ise kalitesi tartışılsa da eğitime erişim noktasında kimsenin hakkının gasp edildiği söylenemez. Ne var ki okulun, kampüsün bahçesinden içeri girmek “katılım” probleminin çözümüydü.  Giriş bileti, giriş biletidir; yoksa girdiğiniz yerin tam da sizin istediğiniz ve size hitap eden bir yer olmasını garanti etmez.

Tam bu noktada en hazin hikâye sistemin mağdurlarının dahi bugün sistemin mantığı ve kurgusunun kusursuz olduğunu düşünmeleri. Onlara göre içerik ve müfredat düzenlenirse sistemin kurduğu tezgâh, düzen ve düzenekte bir sıkıntı yok. Eğitim sistemine ilişkin bu bakış aslında bir şeyi konforlu bir biçimde gözden uzak tutuyor: Yeni bir sistem tahayyül etmenin, tasavvur etmenin ihtiyacını…Elinizdeki suyun temiz ve içilebilir olması yetmez, suyu içine doldurduğunuz kabın da temiz olması lazım. Türkiye’de üzümün yenilip bağının sorulmaması hadisesi maalesef eğitim alanında hayat buldu. Kimse ne kabı ne de bağı sordu… Ama kap, artık su için iyi değil, değiştirilmesi zorunlu, görmek istesek de görmek istemesek de durum bu.

Öte yandan şimdilik uzağında olduğumuz başka bir tartışma var. Eğitim sistemi sadece sistem-içi sorunlarla değil büyük ölçüde küresel sorunlarla da karşı karşıya. Dijital bir anaforun içinde yol alan dünyamızda “eğitim fikri” esastan, kökten tehdit altında. Dolayısıyla mesele, bizim neyi eksik ya da yanlış yaptığımızın da ötesinde, neyi yaparsak yapalım mevcut tehditler karşısında tüm çaba ve emeklerimizin birer çaresiz stratejiye dönüşme riski ile karşı karşıya olduğudur. Ucu açık bir sürecin içerisindeyiz. Değişen dinamikleri, zorlayıcı koşulları ile öngörülebilir olmayan sonuçlara yönelik davetkâr bir süreç bu. Katı olan her şeyi buharlaştıran, istikrarlı bir biçimde tek parça tutmak istediğiniz her şeyin üzerinde mütemadiyen aşındırıcı etkisi olan bir süreç. İşin bu kısmı çok da konu edilen, üzerinde kayda değer bir zaman ayırılarak düşünülen bir şey değil.

Bu genel fotoğraf içerisinde eğitim fikrinin geleceği ne olacak?

Bu soru, alelade bir soru değildir. Bu sorunun alelade bir cevabı da yoktur.

Hazır reçete bekleyenler için ne kötü bir haber!

Şimdilik bizim için öncelik, mevcut sistemin anormalliklerini teşhir etmek ve onlardan sakınmanın bir yolunu bulmak olarak tezahür ediyor. E, bu da bir şeydir tabii. Lakin işin bu kısmında dahi talep kıtlığı yaşadığımız muhakkak. Eğitim sistemi eleştirisi, müşterisi olmayan bir arza dönüşmüş durumda. Diploma-sertifika dağıtım tekeli üzerinden hizmet verdiği kitleyle antlaşmasını yapan sistem, sonuçta bir “alan razı veren razı“ düzeneği ile yoluna devam ediyor. Nitelik ise ara sıra lafı edilen lakin güçlü bir talep ile karşılaşılmadan değinilip geçilen bir bahis olarak kalıyor. Yukarıda bahse konu ettiğimiz küresel tehditler ve olası riskler ise zaten Türkiye gündemine girebilmiş değil. Bir iki çeviri eserde karşılaşırsanız kendinizi şanslı hissedebilirsiniz.

Bu ülkede ısrarla bütüncül eğitim sistemi eleştirisinin yeri Araf olarak tayin ediliyor. Ancak parçadan gitseniz de değişen bir şey yok. Ders adı verilen etkinlik içerisinde, MEB’in hazırladığı program ve müfredat gibi suç aletleriyle her gün Edebiyat, Tarih, Felsefe öldürülüyor. Merhum Nurettin Topçu, “Fuzuli mektepte öldürüldü” derken bu cinayete işaret etmişti. Kuşkusuz edebiyatın başına gelen Tarih, Coğrafya, Felsefe hatta Din Kültürü’nün de başına geldi. Ben hiçbirinin yakayı kurtardığına şahit olmadım.  Yine merhum Topçu’nun ifadesiyle, “Ders kâbus haline gelmiştir; neşve ile doldurucu bir ziyafet ve şenlik değil; diploma arzusu ve istikbal endişesiyle çekilmesi mukadder bir dert, taşınacak bir yük, dolacak bir çile…”

İdealist öğretmenlerin kişisel gayretleri ve azimleri ile başardıkları müstesna.

Türkiye’de eğitim de dâhil hiçbir alanda başarısızlık hikâyesinin bir mazereti, gerekçesi olamaz. Şunu sorarlar adama: Türkiye neyi yapmak istedi de yapamadı?

Mesele şu: Gerçekten istiyor muyuz?

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

Whatsapp Destek
1
Whatsapp Destek Hattı
Üyelik işlemleri için Whatsapp iletişim hattımız