Kahrolsun Sarı Sendikacılık!
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, TBMM’ye sunulan sendika üyeliğine ilişkin önerge üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.
Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı’nda çarpıcı bir analizde bulunur: “Yerliler Hristiyan olmadıkları için değil, Hristiyanlardan daha Hristiyan oldukları için yok edilmelidirler. Vahşetleri ve insan kurban etmeleri dayanılmazsa, bu, acıma ve ahlak bakımından değil, bu vahşet onların tanrıların otoritesi bağlılığına ve inançlarının gücüne tanıklık ettiği içindir. Bu güç, İspanyolları dinlerine yeterince bağlı olmamaktan utandırır, iki yüzlü imanın ardında yalnızca altın ve ticaret dinini tanıyan bu Batılı kültürü gülünç düşürür. Aşırı dindar yerliler karşısında Batılı akıl, kendi değerine saygısızlık ettiği için utanır. Bir kültürü kendi gözünde mahkum ettiği ve gizemini kaldırdığı için yerlilerin fanatizmi dayanılmazdır. (aynı şey bugün İslam ile ortaya çıkıyor). Böylesi bir suçun kefareti ödenemez ve tek başına bu suç bile soykırımı haklı kılar.” Yerlilerin fanatizmi dayanılmazdır ve bu yüzden genellikle soykırımın nesnesidirler. Yerlilerin kendilerini koruyacak ve nitelikli bir varlık olarak yaşam oluşturacak güçten yoksun oluşları şüphesiz kritik bir mevzudur ve hesabı görülmelidir. Ancak sistematik soykırımların cenderesinde can çekişenleri suçlayan bir dilin ahlaksızlığını da görmek, kayıt altına almak mecburiyetindeyiz.
Türkiye gittikçe enteresanlaşıyor, yaşadığı akıl tutulmasının kendisini nerelere savurduğunu idrak edecek bir bilinçten yoksun şekilde yol alıyor. Neredeyse hiçbir normun dikkate değer görülmediği bir Serengeti düzeni işliyor. Bu düzeni, itinayla verilmesi gereken adil ve özgür bir Türkiye inşası doğrultusunda dönüştürmek yerine gücün belirleyici olacağı imtiyaz ağlarıyla büsbütün yozlaştırmak yönünde akıl almaz çabalar devam ediyor. Geçenlerde TBMM’de görüşülen 2/2290 esas numaralı Kanun Teklifi’ne eklenmesi için Ak Parti Milletvekilleri Orhan Erdem (Konya), Sami Çakır (Kocaeli), Seydi Gülsoy (Osmaniye), Ahmet Kılıç (Bursa), Ertuğrul Kocacık (Sakarya) ve MHP Milletvekilleri Mustafa Kalaycı (Konya) ve İsmail Faruk Aksu (İstanbul) tarafından gerekçesi de izaha muhtaç bir önerge verildi. Teknik detaylarına girmeyi gereksiz gördüğüm teklif ile kamu çalışanlarının yüzde 1’inden fazla üyeye sahip olan sendikaların üyelerine toplu sözleşme ikramiyesi adı altında avanta ödenmesi isteniyor. Buna göre yüzde 1 barajını aşan sendikalara her ay 637 lira fazladan para ödenecek. Oysa hükümet ve sendika işbirliğinde (evet işbirliğinde) aynı amaç ve kurgu ile imzaladıkları yüzde 2 barajı düzenlemesi Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilmesi daha gündemdeki tazeliğini koruyor. Zaten Anayasa Mahkemesi’nin iptalinden önce yine yüzde 1 barajı getirmişlerdi, o baraj da Danıştay tarafından iptal edilmişti.
Türkiye’deki sendikal mücadelenin hak arama mücadelesinden çıkıp imtiyaz arayışına dönüşmesi üzerinde özenle durmak gerekiyor. Çünkü bu düzenek, korkunç bir Türkiye manzarasının müşahhas görünümünü veriyor. Yerleşik düzenin, işleyişin ve ilişkinin sarsıcı niteliğini göstermesi açısından ayrıca da ibretliktir. Bu ilişki, işleyiş ve düzen öyle bir şekilde işliyor ki; ülkenin büyük bir yoksullaşma yaşadığı süreçte yetkili sendika ve hükümet ortaklarının imzasıyla bu şekilde bir kanun teklifi getiriliyor. Yetkili sendika olarak talebiniz ve yönlendirmeniz apaçık olan bu teklif için milletvekillerini ikna edecek ve harekete geçirecek gücünüz var ise o zaman gittikçe derinleşen yoksulluk karşısındaki sessizliğinizi açık edilmemiş bir pazarlığın doğal sonucu olarak mı değerlendirelim? Değil mi? İstediğiniz konuda kanun çıkarttıracak kadar gücünüz var ise neden baştan aşağı katı bir ceza kanunu olan yeni ÖMK’ya karşı hakkın sesi olacak bir mücadele vermediniz, vermiyorsunuz? Kaldırılması için söz verilen mülakat yeniden biçimlendirilerek dayatılırken niye milletvekillerini seferber etmediniz? Seyyanen 8 bin liralık artış emekliliğe yansıtılmadığı için emekli öğretmenler açlık sınırının altında yaşama mahkûm edilirken niye TBMM’yi baskı altına almadınız? TÜİK eliyle, vergi düzenlemesiyle, uygulanan ekonomi-politikle her ay biraz daha yoksullaşan kamu çalışanlarının durumu için niye üç maymunu oynuyorsunuz? Bu soruları çokça uzatmak mümkün ancak gerek görmüyorum.
Hem etkili yetkili sendikalar hem de milletvekilleri yaptıkları ve şüphesiz yapmadıklarıyla tarihi bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar, büyük bir vebalin altındadırlar. Türkiye’de hükümet-sendika birlikteliği yozlaşma üretmiştir ve maalesef üretmeye devam etmektedir. Sendikacılık kendi asli işlevinden uzaklaşmış hükümetin payandasına dönüşmüştür. Bu yüzden kamu çalışanlarının haklarını koruma noktasında yılmaz bir mücadeleyle anlamlı bir kamusal/kurumsal özne olmak yerine içinde bulunduğu ilişki ağının bedelini küçük imtiyazlarla hem Türkiye’ye hem de kamu çalışanlarına fatura eden bir uyum aparatı, bir sistem dişlisi olmayı tercih etmektedir. Küçük imtiyazların gölgelediği büyük faturayı görmezden gelmek Türkiye’yi küçük menfaatler uğruna güçten ve takatten düşürmektir. Büyük bir imkanı, sınırsız bir potansiyeli küçücük menfaatler uğruna yağmalamaktır.
Günümüz dünyasında dün olduğu gibi bugün de sendikal mücadelenin üç temel görevi bulunmaktadır. Birincisi temsil ettiği kesimlerin mali ve özlük haklarını korumak, iyileştirilmesi yönünde kararlı mücadele etmektir. İkincisi örgütlendiği alanın ve alanın kaderinin doğrudan bağlantılı olduğu ülkenin/dünyanın işleyişine ilişkin bilinçli ve etkin bir denetim kurmaktır. İşleyişin hakka, hukuka ve maalesef hatta yürürlükteki derme çatma mevzuata uygun işleyip işlemediğini takip etmektir. Üçüncüsü de alanın nasıl olması gerektiğine ilişkin hem yetkili mercileri hem de kamusal hayatı beslemesi, yönlendirmesi gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki sendikacılığın neden ibretlik manzaranın temel bileşenlerinden birisi olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu temel görevler, sendikaları Türkiye’nin standartları yüksek bir ülke olması için yükümlü olan temel sivil aktörlerden birisi olarak konumlandırmaktadır. Hükümetle girilen karanlık, karmaşık imtiyaz ilişkisi hem sendikacılığı yozlaştırarak ve odağını kaydırarak temel yükümlülük alanlarından yoksun bırakmakta hem de hükümet gibi bir mekanizmayı denetimsiz-kontrolsüz kılarak etkin ve verimli çalışmamasına ortak olmaktadır. Özgür, özgün, özerk bir varlık olarak temsil ettiği kesimlerin ve bu kesimlerin yaşadığı ülkeyi nitelikli bir düzeye taşımak yerine kimse ne faydası olduğu belli olmayan seviyesiz ilişkilere alan açmak hepimiz için büyük bir talihsizliktir. Ekonomik krizin büyüdüğü, toplumsal eşitsizliğin derinleştiği, ülkedeki çalışanların büyük bölümünün asgari ücretle çalışmaya mahkum edildiği, kamu çalışanlarının tümünün neredeyse yoksulluk sınırının altında bir ücretle çalıştırıldığı bir yerde bu teklif başlı başına ibretlik bir itiraf hükmündedir. Bu yüzden milletvekilleri ve yetkili sendika temsilcilerinin mevzuyu sahiplenme ve savunma biçimleri “şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” sözünü yeniden teyit etmiştir.
Yetkili sendika kamu çalışanlarını namerde muhtaç etmeyecek düzeye eriştirmek gibi şanlı bir mücadele vermediği için hicap duyması gerekirken hükümet cenahıyla üç kuruşluk hesaplarla temsil ettiklerinin iradelerini rehin bıraktıracak kumpaslar örgütlüyor. Bu teklif kamu çalışanlarının iradelerine ipotek koyma girişimidir ve pespaye bir darbe girişimidir. Anayasaya, eşitlik ilkesine, hakkaniyete, adalete ve insanlığa aykırı bir kanun çıkarttırmanın başka ne anlamı olabilir? Büyük Türkiye’nin inşası ayak oyunlarıyla olmaz. Açlığa, sefalete, yoksulluğa mahkum edilen bir toplum varken küçük hesaplarla entrikalar çevirmek gerçekliğe karartma uygulamaktır. Yetkili sendikanın hükümetle “al gülüm ver gülüm” ilişkisi içinde mücadeleyi kişisel, kurumsal ikbal davasına dönüştürmesinin bizi getirdiği yer çürümedir. Sendika aidatının devlet tarafından ödenmesi ile başlayan garip iş ve işlemler şimdi de ikiz kez mahkemeden dönmüş ve maşeri vicdanda mahkum bir işlemdeki ısrarda sürüyor. Mesele sadece örgütlenme özgürlüğünün ve sendika hakkının örgütlü bir kötülükle boğazlanması olarak değerlendirilemez. Yeni tasarı, sendika kurulmasını önlemek veya yüzde 1 barajını aşamayan sendikaları yok etmekle kalmayacak sendikalı olma hakları bulunmayan yüz binlerce kamu çalışanını da mağdur edecektir. Sendikalı olma imkânı olmayan 2 milyondan fazla memur emeklisi, 350 bin civarında polis, 220 bin civarında subay, astsubay ve uzman erbaş ile on binlerce mülki idare amiri, MİT mensubu, hâkim, savcı ve ceza infaz memuru da mağdur edilecek. Bu teklifin yasalaşması Türkiye’de sivil toplumu güçsüzleştirmek, farklı sesleri susturmak, alternatif görüşleri yok etmek ve sendikal tekelleşmeye gitmek anlamına gelecektir. Ne sendikacılığın ruhu ne de güçlü sivil toplum yapılarının gereksinimleri açısından kabulü mümkün olmayan bu tarz imtiyaz taleplerini ülke gündeminden çıkarmak hepimizin tarihî sorumluluğudur. Elbette işin bu yönleri ortadadır ve çok kıymetlidir.
Ancak dahası var ve yerlilerin soykırıma uğratan tam da budur. Dikkat edin, burada mesele yerliler değil. Burada mesele yüzde 1’lik dilimde olan sendikal yapılar değil. Burada mesele; mevcut varlığıyla yüzleşmeye tahammül edemeyenlerin kendileridir. Bu şekildeki, bu nitelikteki, bu işleyişteki bir varlığa tahammül mümkün değildir ve bu yüzden kendi gerçekliklerini gösteren yerlileri suçlu ilan edip soykırıma uğratıyorlar. Tahammül edemedikleri aslında kendileridir, kendi yaptıkları iş, işleyiş ve ilişki ağıdır. Rahmetli Alev Alatlı’nın ifadesiyle “her yasal hak helal değildir!” Helal işlere ve bizi kendi nefsimize bırakmayacak ilişkilere, işleyişlere ve ülkeye ihtiyacımız var. Hem de zannettiğimizden çok fazla. Bu yüzden herkesin iradesine sahip çıkması ve yerlilerin varlığını kefareti ödenmeyen bir suçun müsebbibi olmaktan çıkarılacağı bir düzen hayati önemde. Ne diyelim: Kahrolsun sarı sendikacılık, daima yaşasın yerliler!