Mao’nun Serçe Katliamı ve Türkiye’de Orta Sınıfın Yok Edilmesi
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu Mao Zedong, 1949 yılında cumhuriyeti kurup başkenti Pekin olarak belirledikten sonra yüzyıllarca aşağılanan ülkesini büyük güçler ligine yükseltme ve Çin toplumunu yeniden şekillendirme amacıyla 1958’de “ileriye doğru büyük sıçrayış” stratejisini uygulamaya koyar. Bu girişimin fiyaskoyla ve Mao’nun tahtının sarsılmasıyla sonuçlanmasına neden olan iki meşhur örnekten söz edebiliriz.
Bu girişimlerden biri şöyledir:
Sanayileşmiş büyük devletlerin büyüklük ölçütlerinden birini, her birinin milyonlarca ton çelik üretebilmesinde gören Mao, on milyonlarca aileye küçük fırınlar yaparak buldukları bütün metalleri toplayıp çelik üretmeleri talimatı verir. Gerçekten de ciddi miktarda çelik üretilir fakat üretilen çeliğin kalitesi kullanılamayacak niteliktedir. Girişim büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Image
Büyük Sıçrayış‘ın bir diğer trajik girişimi ise serçe katliamıdır.
Şöyle ki; tarımsal üretimin verimini düşüren dört zararlıya karşı savaş ilan edilir. Bunlar hastalık yayan ve üretimi zayıflatan sıçanlar, sivrisinekler, sinekler ve serçelerdir. Bilhassa da serçeler. Çünkü serçelerin her biri yılda dört kilo tarım ürünü yemektedir ve yok edilmeleri gerekmektedir. Bunu gereği hayata geçirilir ve serçelerle mücadele yöntemi olarak çoluk çocuk bütün köylüler tarlalara konuşlanıp tencere, tava, davul çalarak serçelerin yere konmasını engellerler. Korkudan uzun süre havada kalan serçeler açlıktan ve yorgunluktan bitap düşüp ölmeye başlar. Nihayetinde müthiş bir başarı sağlanır ve serçelerin neredeyse kökü kurutulur.
Fakat bu görkemli başarının yakın zamanda inanılmaz bir hüsrana neden olacağı öngörülememiştir. Zira serçeler sadece ürünleri değil ürünlere musallat olan börtü böceği de yiyordur. Serçeler yok olunca bunlar çoğalır ve ürünleri talan etmeye başlar. Ardından da çekirge istilası gelince 1958-1962 yılları arasında Çin’de tarihin en büyük kıtlıklarından biri yaşanır. Tabiatın hassas dengesiyle oynayıp zinciri bozmanın sonucu oluşan kıtlığın Çin halkına faturası 30 milyon kişinin trajik biçimde ölümüdür.
Orta Sınıfın Katli
Bütün bunları bilgisel bir paylaşım amaçlı anlatmadım. Bizim ekonomi yönetimimizde de ne türden saçmalık ve abukluklara muhatap kılındığımıza örnek olsun diye aktardım. Mao’nun serçeleri gibi Türkiye’de de orta sınıf, bilinçli biçimde katlediliyor. Sosyoekonomik ve kültürel bir dönüşüme tâbi tutulan Türkiye’de, gelir adaletsizliği orta sınıfın hızla azalmasına, alt sınıfların genişlemesine, belli bir azınlık grubun üst sınıfı oluşturmasına yol açıyor. Ülke nüfusu iktidarın bilinçli tercihi sonucu, çok zenginler ve çok fakirler olarak iki ana kutba bölünüyor. Zengin ile yoksul arasındaki makasın bu kadar açılması, iktidarın otoriterleşmesini kolaylaştırdığı gibi ahlaksızlığı yaygınlaştırıyor. Keza bir Türk büyüğünün vaktiyle dediği gibi ekonomik kriz toplumu ahlaksızlaştırır; hırsızlığı, soygunu, fuhşiyatı yaygınlaştırır, borçlu borcunu ödeyemez, alacaklı alacağını alamaz hâle gelir.
Hacimsiz biçimde zenginleştirilen üst sınıfın servet ve refahı her geçen gün yükseltilirken çalışan nüfusun yüzde 60’tan fazlası, açlık sınırının 20 bin liraya dayandığı günümüz koşullarında 17 bin lira olan asgari ücret ve asgari ücrete yakınsayan gelirlerle yaşam savaşı veriyor. Yeni yetişen kuşakların bu gelir adaletsizliği ortamında artık birikim yapabilmesinin, ev ve araba sahibi olmasının, tatile gidebilmesinin, insanca yaşam sürdürebilmesinin imkânı bırakılmadı. İş koşulları güvencesizleştirilerek prekaryalaşan çalışanlar, yüksek kiralara mecbur edildi, kredi ve borç sarmalına saplandı, hayatları belirsizlik ve istikrarsızlığa terk edildi. Statü sahibi orta sınıfı oluşturan öğretmen, avukat, mühendis gibi meslekler, bilinçli bir itibarsızlaştırmaya tâbi tutuldu, bu meslek grupları asgari ücretle çalışmaya mahkûm edildi. Diplomalı işsizler ordusunun öncü neferleri olan bu mesleklerin kimisi özel okullarda kimisi özel hukuk ve danışmanlık ofislerinde kimisi de mühendislik şirketlerinde asgari ücret veya boğaz tokluğuna mesai yapmaya zorlandı. İşsiz kalma korkusuyla güvencesiz koşullara mecbur bırakıldılar. Bu mesleklere oranla görece iyi durumda bulunduğu iddia edilen doktorlar bile itibarsızlaştırmadan paylarına düşeni aldı, sosyal ve ekonomik statüleri sarsıntı geçirdi.
Çalışanların iş koşulları her geçen gün zorlaşırken üzerlerindeki vergi yükü de acımasızca artırılıyor. Vergi muafiyetleri, vergi indirimleri getirilen üst sınıflar, vergi afları ve yatırım teşvikleriyle semirirken güvencesiz alt sınıfların ödediği dolaylı vergiler yüzde 70’leri aşıyor. Ayrıca artırımlı vergi dilimi uygulamasıyla sabit gelirli kamu çalışanları yüzde 15 gelir vergisiyle başladıkları yılı, yüzde 27 hatta yüzde 35 oranında vergi ödeyerek bitirebiliyor. Yoksuldan çok, zenginden az alınan ya da hiç alınmayan vergiler, dengesizlik ve eşitsizlik doğuruyor; güçsüzleri daha güçsüzleştiriyor, güçlüyü daha müreffeh ve güçlü hâle getiriyor. Güvencesiz ve örgütsüz insanları yönetmenin kolay olması gerçeğiyle hareket eden iktidarı otoriterleştiren bu eşitsizlik ve adaletsizlik ortamı, toplumu Karl Marx‘ın Komünist Manifesto’nun giriş cümlesinde genellediği noktaya savuruyor: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür ve köle, asil sınıf ve alt tabaka, efendi ve köylü, loca başkanı ve usta, iki kelimeyle ezen ve ezilen.”
Kötü ekonomi yönetiminin faturası kesilerek ekonomik pastadan payı iyice düşürülen ve adil bölüşüm ilişkisinin dışında tutulan, bunların üstüne bir de konser ve festival yasakları, yıldırıcı alkol zamları, müzik saati sınırlamaları gibi uygulamalarla kültürel pratikleri ve sosyal yaşam alanları daraltılan dünün kentli orta sınıfları hızla kutuplaşıyor, politikleşiyor.
Neden Hedef Orta Sınıf
Evet, Mao’nun serçelere reva gördüğünü Türkiye’de iktidar orta sınıfa reva görüyor. Oysa orta sınıf tüm dünyada “toplumun omuriliği”, “ekonominin katalizörü” gibi fonksiyonlara sahiptir. Demokrasi sadece özgürlüğü değil eşitliği de içerir. Doç. Dr. Bülent Küçük‘ün ifade ettiği gibi, “Orta sınıf, liberal demokrasinin ana gövdesidir. Orta sınıf özgürlük, hukukun üstünlüğü ilkelerinin güvencesidir. Demokrasiyi ayakta tutmak için toplumsal eşitliliği görece sağlamak zorundasınız. Eşitlik de o ülkedeki orta sınıfın genişlemesi ile ölçülür çünkü orta sınıfın genişliği, zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu daraltır. Demokrasinin sürdürülebilmesi için orta sınıfın genişlemesi gerekir.” Gerçekten de dünyada orta sınıfın yok edildiği devletlere bakıldığında demokrasinin rafa kalktığını, otoriter rejimlerin ihdas edildiği görülecektir.
Hâliyle, eşitsizliğe ve adaletsiz paylaşıma alan açan kötü ekonomi yönetiminin, tüm yükü omuzlarına yüklediği toplumsal katmanı planlı bir şekilde yok etmesi, Mao’nun kuş katliamının yol açtığı trajedilere yol açabilecek bir tehlikeyi içinde barındırıyor.
Keza savaş ilan edilen orta sınıf, gerçekten de demokrasinin ve hukuk devletinin merkezidir. Çünkü orta sınıf, kamu hizmetlerinin yükselmesini talep eder, eğitime önem verir, kültür-sanat etkinliklerine bütçe ayırır, tatile gider. Fazla tüketemeyen alt sınıf ve tükettikleri fazla üretilmeyen zengin sınıfın aksine ekonomiye can verecek biçimde tüketen kesimi oluşturur. O kadar ki, gıdadan elektroniğe otomotivden inşaata pek çok üretim kalemi orta sınıfın tüketimine bağımlıdır. Dolayısıyla hunharca yok edilmeye çalışılan orta sınıf, ekonominin bel kemiğini oluşturur. O yüzden irrasyonel ekonomi politikalarından rasyonel politikaya dönülmesine rağmen aşılamayan hatta giderek derinleşen ekonomik krizin nedenlerini buralarda aramak gerekir.
Ayrıca ekonomik krizin nedenlerinden olan can yakıcı bir gerçeklik var ki o da yine orta sınıfın yok edilmesiyle bağlantılıdır. Popülist seçim politikaları nedeniyle getirilen erken yaşta emeklilik, sosyal sigortalar sisteminin göçmesine neden oldu. İstihdam içindeki insan sayısı hızla azaldı. Yakın nüfusa sahip olduğumuz Almanya’da nüfusun yarısı çalışma hayatının içindeyken nüfusumuzun sadece üçte birlik kısmı aktif çalışıyor. 32 milyon çalışan kendisiyle birlikte 16 milyonu aşan emekliyi de beslemek zorunda kalıyor. Bu durum hem çalışanın hem de emeklinin insanca yaşamasının önüne geçiyor. Yapısal reformların yapılması, yatırımın öncelenmesi, istihdamın artırılması gerekiyor. Lakin ekonomi yönetimi günü kurtaracak önlemlerle, yeni vergiler icat ederek yani alt ve orta sınıfın üstüne çullanarak ekonomiyi düze çıkarma hayaline sığınıyor, kolaycılığa kaçıyor. Çünkü yapısal reformların yapılabilmesi için eğitim sisteminin de hukuk sisteminin de ciddi ve köklü anlamda yeniden yapılandırılması gerekiyor.
Peki bu reformları yapabilmek, toplumun refah seviyesini yükseltebilmek, ülkeyi üst lig klasmanına çıkarmak çok mu zor? Elbette değil. Bunu sadece bir kuşak içerisinde başarabilmiş devlet örnekleri gözümüzün önünde duruyor. Almanya 20. Yüzyıl’da, her iki büyük savaş sonrasında çok kısa sürelerde böyle bir mucizeyi gerçekleştirebildi. Keza Japonya, Güney Kore, Çin örnekleri de reformlara başlayan yönetici henüz hayattayken mucizelerini gerçekleştirdiler. Türkiye, son 22 yılda seçmenin her şart ve koşulda yanında durduğu karizmatik bir lider tarafından yönetildi ve ülkenin Güney Kore gibi bir atılım gerçekleştirebilmesi için bütün şartlar mevcuttu. Ancak gelinen aşamada ülkenin, çağ atlayıp çığır açmasını bırakın sadece ekonomi değil hemen her alanda geri gitmesine, bozulmasına, yozlaşmasına neden olundu.
Niteliksizleşmeden Nasibini Alan İçi Boşalmış Kurumlar ve Yapılar
Bilinen bir gerçektir ki ekonomi yönetimi yapbozun parçaları gibi sistemin tüm unsurlarını etkileyebiliyor. Türkiye gerçekliğine bakıldığında; hukuk, sağlık, eğitim, tarım-hayvancılıktan kültür-sanat, dış ve iç politikaya kadar tüm sistem ve kurumları direkt etkiliyor. Yasama-yürütme-yargının tekleştiği, adalet sisteminin ürkütücü bir çürüme içerisinde olduğu ve güvenilirliğini yitirdiği, beş altı ay sonrasına randevu alınabilen sağlık sisteminin kangren olmuş yapısı, eğitim sisteminin tüm ciddiyetini kaybedip enkaza dönüşmesi ve diğer adı geçen bakanlıkların her birinin nasıl bir çözülme ve yozlaşma içerisinde olduğu uzun uzun izahtan varestedir.
Aynı şekilde kötü ekonomi yönetimiyle otoriterleşme birbirini üreterek kurumların içini boşaltıyor, işlevsizleştiriyor. Enflasyon rakamlarını düşük göstererek kamu çalışanlarının alacağı enflasyon farkından çalan TÜİK, buna etkili bir örnek olacaktır. Ya da akademi özelliğini yitirip lise düzeyinde meslek okullarına dönüşen, hantal ve tutucu yapısıyla üniversiteler. Evet, Mao’nun, kullanılamayacak nitelikte çelik üretmeye zorlayarak emeğini ve zamanını heba ettiği köylüleri gibi her yana pıtrak gibi açılarak sayıları 209’a ulaşan, 8 milyon öğrencinin yüzde 90’ının vaktini israf ettiği, içeriği boşalmış, siyasilerin oyuncağı olmuş üniversiteler.
Bu çürümüşlükten nasibini alan sadece resmî kurumlar olmuyor, aynı zamanda sivil kamusal alan da nasipleniyor. Türkiye’de güçlü, geniş ve derin bir entelektüel kamusal alan ve kültürel bir kamuoyu oluşamıyor. Eleştiri ve kritik yapılmıyor, yazarçizerler trolleşiyor, aydınlar 280 vuruşluk sosyal medya fenomenine dönüşüyor. Dolayısıyla düşünce gelişmiyor, fikir üremiyor, entelektüel damar oluşmuyor. Frenleme-denetleme-hesap sorma makamı olması gereken sivil örgütlenmeler biat anlayışıyla hareket ediyor.
Maalesef bu ülkenin geleceğinden 22 yıl boşa gitti. Bu iktidar döneminde doğup büyüyen gençler umudunu ve inancını kaybetti. Yapılması gerekenler yapılmadı, yapılmaması gerekenler büyük bir iştiyak ve cesaretle yapıldı. Bedel ödemesi gerekenler ekabirleşip Karunlaşırken bütün bedel darboğaza mahkûm edilen kırılgan ve öfkeli alt-orta sınıflara ödetildi. Serçeler katledildi, börtü böceğin istila ettiği tarlalarımız yağmalandı, hem ekonomik hem de sosyokültürel bir kıtlıkla geleceğimiz heba edildi.