Kierkegaard, neşeli yangın veya mülakatın anlamı nedir?
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Yönetim tarihimizde iltimasla özdeşleşen mülakat/sözlü sınav istihdam politikamızın niye bir parçası?” sorusunu yöneltiyor.
İçinde bulunduğumuz çağı uyarmak isteyenlerin başına ne gelir?” sorusuna bir “Neşeli Yangın” meseliyle karşılık verir Søren Kierkegaard: “Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sanan nüktecilerin yükselen alkışları arasında gelecek.”
Her şeyin şaka olduğunu sanan nüktecilerin yükselen alkışları dünyanın sonunu getireceği gibi sanırım başkaca dünyanın sonunu getirme tutumları da var. Her şeyin şaka olduğunu sanan nüktecilerin aksine bunlar her şeyin ciddi olduğuna inanırlar. Özellikle devletin iş ve işlemlerinde yürüttüğü politikalara o kadar ciddiyet atfedilir ki bu atfedilen ciddiyetin politikanın doğruluğunu doğrudan temin ettiği varsayılır. Denilebilir ki bu tarz bir ciddiyetin ne zararı var? Elbette ciddiyetin zararı yok. Tersine ciddiyet çoğunlukla istenen ve beklenendir. Ancak bu belirttiğimiz ciddiyetin bir tür uyuma, sadakate, kendini hükümsüz kılmaya götüren boyutlar taşıdığını da belirtmemiz gerekiyor. Buradaki ciddiyet meselenin ciddiyeti ve meseleye ciddiyetle yaklaşılması gerekliliği ile meseleye ilişkin getirilen çözümü, açıklamayı, politikayı sahiplenme ciddiyeti olarak birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Meselenin ciddi olması, meseleye ciddiyetle yaklaşılması gerekliliği başka bir şey, ciddi bir meseleye getirilen çözümün, politikanın ciddiye alınması daha başka bir şey ve tüm bu ciddiyetten hareketle meseleye getirilen çözümün de mutlak surette ciddi ve doğru olduğunu düşünmek ise bambaşka bir şeydir.
Türkiye uzun zamandır ciddi meselelerini, meselelerinin ciddiyetinin kaçınılmaz şekilde ciddi çözümlerle karşılık bulduğu varsayımı üzerinden işleyen bir sistematiğe oturtmuş durumda. Meselemizin ciddi olması alternatif arayışlarını, tartışmayı, müzakereyi besleyip büyütmez tersine bizi meseleye iliştirilmiş, makuliyeti, işlevselliği meçhul, fi tarihinden yürürlükte olan çözümü ısrarla korumaya mahkûm eder. Bizi verili olanı korumaya, zamanla hayatımızın değiştirilmesi düşünülmeyen pek çok işlevsiz, problemli iş ve işlemini doğal karşılamaya götüren bu sorumsuz ve savruk ciddiyetin toplumsal ilişkimize ve bürokratik işleyişimize nasıl niteliksizlik zerk ettiğini fark edemiyoruz. Hiçbir sorun teşkil etmiyormuşçasına yürüttüğümüz iş ve işlemlerin bürokratik açıdan nasıl angarya, toplumsal algı yönüyle nasıl telafisi güç tahribat oluşturduğuyla yüzleşemiyoruz. Örneğin şu sıralar ‘Sözleşmeli öğretmenlik’ alımı için MEB’in yürüttüğü mülakat uygulaması…
Bilindiği üzere MEB öğretmen alımı için KPSS puanı üzerinden başvuruları alıyor. Bu başvurular en yüksek puandan aşağıya sıralanıyor ve ilgili branşta belirlenen kontenjan sayısının üç katı aday sözlü sınava yani mülakata çağrılıyor. Sözlü sınavın/mülakatın ardından 60 ve üzeri puan alan adaylar öğretmen olmak için atama tercihinde bulunabiliyorlar. Teknik bir şekilde aktardığım ve çoğunlukla öyle de algılanan bu süreç belirli bir tarihsel-toplumsal yapıda ve uygulamaya ilişkin belirli bir tecrübeyle yoğrulmuş insanlar arasında uygulanıyor. Toplumsal hayatımızda kamunun istihdam politikası önemlidir ve iki açıdan dikkat çekicidir: Birincisi kamuda istihdam olmak isteyen aday sayısı çok fazla. İkincisi kamusal işleyişimizin ilkesel ve ahlaki durumunu en yalın bu politikadan gözlemlemek mümkün. Dolayısıyla bu arka planı göz önünde bulundurarak mülakata veya sözlü sınavı ele alalım. Yönetim tarihimizde iltimasla, kayırmayla özdeşleşen mülakat/sözlü sınav istihdam politikamızın niye bir parçası? Örneğin öğretmenlik için en az dört yıllık lisansı yeterli görmediğimiz için ÖSYM üzerinden merkezi sınav yapıyoruz. Peki, merkezi sınav ve lisans eğitimi ölçmek istediğimiz hangi hususları değerlendirmede yetersiz kalıyor da biz mülakata veya sözlü sınava gereksinim duyuyoruz? Bu gereksinim duyduğumuz hususlar nelerdir? MEB “2020 Ocak Sözleşmeli Öğretmen Atama Duyurusu”nda “Sözlü sınavda adaylar: eğitim bilimleri ve genel kültür; bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü; iletişim becerileri, özgüveni ve ikna kabiliyeti; bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı; topluluk önünde temsil yeteneği ve eğitimcilik nitelikleri yönüyle değerlendirilecektir” diyor. Peki, en az dört yıllık lisans eğitiminde fark edilmeyen bu hususlar 5 dakikalık mülakatta nasıl fark edilebiliyor? Mülakat komisyonlarında görev yapan insanlar ne tür formasyondan geçtiler ki eğitim fakültelerinde eğitim veren akademisyenlerin fark edemedikleri şeyi hemencecik fark edebiliyorlar? Kamu vicdanını rahatlatmak, adalet duygusunu incitmemek için bu sorular çok önemli. Nitekim bu soruların önemli olduğunun bilincinde olan bakanlık informel şekilde şöyle bir uygulamayı yürütmekte: “Kim sınavda hangi puanı almışsa mülakatta da o puanı alsın!” Sınav puanları da tam puan olmadıkları için çoğunlukla ya önceki ya da sonraki ondalık sayıya yuvarlanıyor puanlar. Yani 64, 35 almışsa 64’e veya 64,60 almışsa 65’e yuvarlanıyor. Şüphesiz pratikte bütün adayların puanlarının bu aralıkta oynayıp oynamadığını bilmiyoruz. En azında bakanlık ve komisyon yetkilileri mevcut teamülün bu olduğunu belirtiyorlar. Şimdi ilk bakışta çok makul ve hakkaniyeti gelebilir. Kim sınavda ne almışsa aynı puanı mülakatta da alsın! İyi de kamu personel sistemini doğrudan ilgilendiren, yönetim sistemimizin işleyişine ayna tutan bir uygulama bu mantıkla, bu söylemle yönetilebilir mi? Günümüz yönetim anlayışının açık ihlali olan, kamu vicdanını yaralayan, güven duygusunu zedeleyen bu uygulama böyle savunulabilir mi? Madem sınav puanının aynısı mülakatta da verilecek o zaman hiçbir etkisi olmayan mülakatı niye yapıyoruz? Aynı puanı vermek yerine şaibe oluşturan, vicdanları yaralayan, güveni zedeleyen mülakatı niye kaldırmıyoruz?
Bilindiği üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra çıkarılan 676 Sayılı “OHAL Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında KHK”nin 74. Maddesinde, 657 Sayılı DMK’nın memurluğa alınacaklarda aranacak genel ve özel şartlarına “Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” bendi eklenmişti. AYM’nin 24.07.2019 tarihinde bu hükmü iptal edip kararın 29.11.2019 Tarih ve 30963 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmasına kadar geçen süre boyunca mülakatlar/sözlü sınavlar daha çok güvenlik soruşturması ‘olumsuz’ çıkan kişilere düşük puanların verildiği uygulamalara dönüşmüştü. Güvenlik soruşturması veya arşiv taraması sonuçlarının üstelik mülakat/sözlü sınav perdesi altında MEB eliyle yürütülmesi başlı başına yanlış bir uygulamaydı. Bu tarz bir gereksinimi emniyet ve yargı mekanizması üzerinden karşılamak ve öğretmenlik için başvuru şartı kabul etmek çok daha meşru ve makul bir uygulama olurdu.
Hem AYM’nin iptal kararı mülakatı paravanlaştırmayı gereksiz kılmış hem de bakanlık ve komisyon yetkililerinin sınav puanının teyit edilmesinden başka bir şeyin yapılmadığı şeklindeki informel açıklamalarını dikkate aldığımızda o zaman ülke çapında yüzlerce komisyonun, binlerce adayın ve ailelerinin muhatap kılındığı bu uygulamaya nasıl yaklaşacağız? Toplumsal bellekte çağrışımları olumsuz, anlamsızlığı, sistem içinde ne tür kayırmacılıklara, haksızlıklara yol verdiği aşikâr olan uygulamalar karşısında dikkatli olmak durumundayız. Mülakatın yönetim geleneğimizde ne anlama geldiği bellidir. Bunu görmezden gelip bir takım kifayetsizin ihtiraslarına alan açmak, adayları ve ailelerini angaryalara boğmak bu memlekete yapılacak en büyük kötülüktür. Yapılması gereken haksızlığa, hukuksuzluğa kapı aralayan, savunulması güç bu uygulamayı ortadan kaldırmaktır. Uygulamayı yürürlükte tutup etkisini sıfırlıyoruz gibi bir yaklaşım hem gereksiz hem de şaibe ve şayialara kapının açık tutulması demektir. En makul insanı bile abandone eden bu sistemin dolambaçlı söylemine sözcülük etmek yerine yanlışlığı, işlevsizliği, hukuksuzluğu apaçık olan uygulamayı yürürlükten kaldırmaktır.
Orwell 1984’te bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesini anlatırken Huxley ‘Cesur Yeni Dünya’da bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğini anlatmaya çalışıyordu ve yaşadıklarımıza bakılırsa ikisi de haklıydı. Tıpkı Kierkegaard’ın her şeyin bir şaka olduğunu sanan nüktecilerin yükselen alkışları arasında dünyanın sonunun geleceğini söylemesi ile bizim devletten sadır olan her iş ve işlemi ciddiyet üzerinden sorumsuzluğa bağlayıp ‘dünyamızın sonunu getirmemiz’ arasında bir çelişkinin olmayışı gibi.