Kıyametin koptuğunu görseniz de…
Geçen haftaki yazımda, Türkiye’ye karşı yapılan küresel saldırının hiçbir müteşâbih yanı kalmadı, demiştim. 7 Haziran seçimlerinin hemen sonrasında başlayan terör dalgası 15 Temmuz gecesi tepe noktasına ulaştığında, bu milletin bizzat kendisi olarak meydana çıkıp saldırganlara “dur!” deyişini tüm dünya gördü.
O gün, belki de sabah saatlerinde başlayacak olan işgal günlerimiz, şehitlerimizin kanları pahasına engellendi. Büyük bir saldırı püskürtüldü, tarihi ve talihi karartılmak istenen bir millet varını yoğunu ortaya koyarak bir kez daha kâfire karşı direngenliği ile yeniden ayağa kalktı. Tarihte dün olduğu gibi bugün de varoluşumuzun asli unsuru, mütemmim cüz’ü işte bu direngenliktir.
Meseleyi böyle bildikten ve böyle gördükten sonra birkaç adım daha atmaya ihtiyacımız var.
Unutulmamalıdır ki biz Müslümanlar, Tarih ile mukayyet olan hafızamız ile biliyoruz ki gözümüzü açtığımızdan bugüne işgallerin, saldırıların, kuşatmaların ardı arkası kesilmedi. 15 Temmuz gecesi yaşananlar da bu yönüyle düşünüldüğünde ne ilk ne de son olacaktır.
Tıpkı dün Roma’nın, Moğolların, Haçlıların üzerimize yürüdükleri gibi 15 Temmuz gecesi de yürüdüler. Dün onlar vardı karşımızda bugün de yine onlar var esasında. İsim değişiklikleri, kavganın özünü değiştirmedi hiçbir zaman. Çünkü Habil ile Kabil yaşıyor hâlâ!
Bu noktada ihtiyacımız olan şey büyük büyük analizlerle kuşatmaların ne kadar çetin, ihanetlerin ne kadar büyük, düşmanlarımızın nasıl şeytanî olduklarını anlatıp durmak mıdır? Hainlerin ihaneti, düşmanların saldırıları karşısında, “biz ne yapıyoruz?”sorusuna cevabımız var mıdır?
15 Temmuz sonrasında Cumhurbaşkanımız, “Biz zaferden değil seferden sorumluyuz” demişti.
Müslüman bir zihnin yüzeyinde sabitlenmesi gereken bir davet değil midir bu? Sefer, askerî terminolojinin dar anlamına sığdırılamayacak kadar büyük bir anlamı ihtiva etmiyor mu? Bunu düşünmeliyiz.
Efendimiz, “Kıyametin koptuğunu görseniz de elinizdeki fidanı dikin.” buyuruyor. Bize kıyametin koptuğunu anlatmak isteyenlerin, televizyonda her gün bunu anlatanların ellerindeki fidanları da görmek istiyoruz?
Düşman düşmanlığını yaparken bizim elimizdeki fidanlar nerede?
Ne türden tedbirler alıyoruz? Ne yapıyoruz?
Aslına bakarsanız yapacağımız işin öyle gizemli, anlaşılamaz bir tarafı yok! Başımıza gelen felaketlerde, kendi elimizle yapıp ettiklerimizin sorumluluğunu alacak bir olgunluğa sahip olmalıyız. Biz buna Müslüman vicdanı diyoruz. Seferimiz, hayatımız noktalanıncaya kadar sürecek. Hanemizden mahallemize, memleketimizden tüm dünyaya… Zulmün karşısında adaletin, zalime karşı mazlumun, sömürüye karşı paylaşımın, kofluğa karşı niteliğin, anlamsızlığa karşı anlamın seferidir bu. Bugünler bir fırsat bir imkândır bu yönüyle.
Alınmamış tedbirlerimiz nelerdi? Türkiye’de kültür hayatından eğitim sistemine, bürokrasiden iş ahlakına varıncaya kadar nasıl bir düzenek işliyor? Karşımıza çıkan kötülük tehir ettiğimiz, yapmaktan imtina ettiğimiz hangi iyilikleri bize hatırlatıyor?
Hiçbir analiz ne kadar derin, sofistike olursa olsun yapacağımız iyiliklerin yapılmaması için meşru bir gerekçe üretemez. Düşmana odaklanmış, tüm dikkatini ona hasretmiş olan gözler kendi sorumluluğunu çok fazla öteleyemez.
Bizler, Müslümanlar olarak tam da Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi seferde olma bilinci ile hayata karşı teyakkuzumuzu sürdürmeliyiz. Çünkü hayat, Müslümanca bir duyuş, düşünüş ve hassasiyete karşı tanzim ediliyor. Adaleti, merhameti, insafı; zulmün, zalimliğin kök saldığı bu dünyada bir bayrak gibi yükseltmeye yazgılıyız. Bu ülkenin de bu dünyanın da muhtaç olduğu şey bu.
Hiçbir kötülük, yaşadığımız hiçbir felaket elimizdeki fidanları bıraktıramayacak! Karşı karşıya olduğumuz aşikâr kötülük, muhatap kılındığımız kuşatılmışlık, maruz kaldığımız ihanet yapmaya memur olduğumuz doğruları unutturmayacak.
Türkiye’de 15 Temmuz gecesi bu ülkeye ve millete karşı girişilen saldırıda, sistemin hâsılası olan ne kadar kötülük varsa gördük. Şimdi, zulmü adaletle, yanlışı doğruyla, kötüyü iyi olanla defetme zamanıdır!
Bismillah!