Özgür Eğitim-Sen

Postmodern Bir Hikaye: 28 Şubat

27.02.2021
A+
A-
Postmodern Bir Hikaye: 28 Şubat

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, postmodern darbenin yıldönümünde “ 28 Şubat ve benzeri müdahalelerde karşımıza çıkan şey; anlama, anlamlandırma ve yeni koşullar üzerinden kendini yenileme kabiliyeti olmayan ve dışındaki aktörleri kriminalize ederek gelişmeleri güvenlik penceresinden süzen patolojik bir devlet aygıtıdır ” diyor.

28 Şubat ‘postmodern darbesi’nin üzerinden 24 yıl geçti. 1960’ta başlayan sistemi ‘fabrika ayarlarına’ döndürme geleneğinin yeni bir halkasıydı 28 Şubat. Öncesi ve sonrası ile tartışılması gereken müdahale, aktörleri tarafından vurgulu şekilde “süreç” olarak tanımlanmış, dönemin Genel Kurmay Başkanlarından Kıvrıkoğlu’nun “Gerekirse bin yıl sürecek” ifadesiyle ucu açıklığı teyit edilmişti. Dönemine olan etkisi kadar sistemimizin ‘sui generis’ karakterini yansıtması açısından da önemli olan müdahalenin konuşulması, tartışılması salt geçmişin muhasebesi için değil adil ve özgür bir Türkiye inşasının gerekliliği için de zaruridir.

Türkiye’de sistem, ideolojik-politik yaklaşımı, düşünsel-teorik çerçevesi, zihniyet kalıbı ve gelecek tasavvuru ile ittifak halinde olduğu bir toplumsal azınlığa karşı çoğunluğu operasyona tabi tutan çatışmacı bir karakter üzerine kurulmuştur. Modernleşme sürecimizin radikal bir evresi olarak Cumhuriyet pratiği, toplumun çoğunluğunun kapatıldığı, sistemik bir şekilde itibarsızlaştırıldığı, bilgi-kültür-inanç evreninin tasfiye edildiği bir iç istila girişimi görünümündedir. Cumhuriyet’in başlangıç koşullarında koordinatları belirlenen resmi bir hakikat düzenine toplumun uydurulması için bireyselden toplumsala, özelden kamusala uzanan total bir yeniden var etme siyaseti yürütülmüştür. Devlet, meşru ve makbul olanın tarifini çizmiş ve bunun için Althusser’in ifadesiyle ideolojik ve baskı aygıtlarını seferber etmekten imtina etmemiştir. Toplumun geri çekilerek içe doğru büzüşmesi baskının yoğunluğuna göre değişmiştir. Fırsat buldukça hak ve taleplerini açık etmiş ancak asker de talepler kritik eşiğe ulaştığında gereken (!) hatırlatmaları yapmaktan çekinmemiştir. 

12 Eylül askeri müdahalesinin ardından uluslararası sistemle entegrasyon arayışı, etkileri artan küreselleşme süreci, Sovyet bloğunun “hem siyasi hem de ekonomik çekim merkezi” olarak çöküşü, post-pozitivist paradigmaların etkin ve yaygın hale gelmesi, iletişim-ulaşım kanallarındaki çeşitlenme, nüfus hareketliliği, Kürt meselesinin aktüelleşmesi gibi iç içe geçen gelişmeler adeta tarihin olağan ritmini hızlandırmış ve Türkiye’yi geniş ölçekli bir değişim-dönüşüm arenasına çevirmişti. Hak, adalet, özgürlük arayışı kimlik siyasetinin altında dile gelmiş, sistemin ezberini bozmuştu. 28 Şubat, tam da bu koşullara isyanı, çevrenin merkezi kuşatmasına, talep ve beklentileriyle müesses nizamı baskılamasına verilen tepkiyi ifade eder. “Sakıncalı” vatandaşların ait oldukları düşünülen yere püskürtülmesidir. ‘Soğuk savaş’ sonrası eleştirileri ve talepleri ile agoranın heyecanlı yeni aktörleri olarak görünüm kazanan kesimlerin özellikle de İslami-Muhafazakâr kesimin zinde güçler eliyle kuşatılması, ideolojik-politik olarak konumlandırıldığı sistemin ‘kurucu dışı’ pozisyonuna yeniden oturtulmasıdır.

28 Şubat sürecinde yaşanan, sistemin bu yapısal kurgusunun açığa çıkmasıdır. Askerin hedef ve stratejiyi belirlediği süreçte toplumun belirli kesimi tahkir edilmiş, korku ve şiddetle kuşatmaya alınmış, bazı kesimler koşullandırılmış, mobilize edilmiş, Basın, Yargı, Akademi, YÖK, Bürokrasi, Sivil Toplum Örgütleri, Sendikalar, Odalar, İşadamları görev üstlenmişlerdir. Sivil siyaset baskılanarak “depolitizasyon”a yol verilmiş daha doğru bir ifade ile siyasetin güvenlik-asayiş üzerinden militerleşmesine zemin hazırlanmıştır. “Bin yıl sürecek” denilen müdahalede halk, kurguya uymadığı gerekçesiyle gayrı meşru ilan edilmiş, baskı ve kuşatma altına alınmış, sistematik tasfiyeye tabi tutulmuş, ülke adeta cendereye sokulmuştur. 21. yüzyılın eşiğinde sosyoloji kaba bir pozitivist operasyona tabi tutulmuş, realitenin çoğulcu yapısı anakronik bir rasyonalite tarafından bastırılmış, “sakıncalılar” çeşitli enstrümanlarla merkezden uzaklaştırılmıştır. Ali Bayramoğlu’nun yerinde tespitiyle; değişim sürecine karşı devletin ya da askeri otoritenin otoriter refleksi olarak tanımlanabilir. Bu tanımlama bir anlamıyla darbe mekaniğinde mündemiç olan özü ifade eder ve siyasete/topluma yapılan müdahalelerdeki benzerliğin niteliğini açıklar.

Dolayısıyla 28 Şubat ve benzeri müdahalelerde karşımıza çıkan şey; anlama, anlamlandırma ve yeni koşullar üzerinden kendini yenileme kabiliyeti olmayan ve dışındaki aktörleri kriminalize ederek gelişmeleri güvenlik penceresinden süzen patolojik bir devlet aygıtıdır. Toplumun talep ve beklentilerine uygunluk yerine statükonun muhafazası için topluma baş eğdirilmesini hedef seçen siyasetin, realiteyle savaşa, toplumu kontrol ve kapatmaya yönelik bir güvenlik-asayiş aparatına dönüşmesidir. Halk bir asayiş bahsi olarak güvenlik siyasetinin odağına yerleştirilince güvenlik bürokrasisi de vasiliğe terfi edecek, karşılıklı çıkar ilişkisi temelinde yargı, akademi, bürokrasi ve büyük burjuvazi de bu kurguya payandalık etmeyi asli bir görev addeder.

Kriminal bir aktöre müdahale gibi gösterilmiş olsa da müdahale topluma ve zamanın ruhuna karşı yapıldığı; ‘bin yıl sürecek’ denilen sürecin hayatın karmaşık gerçekliği ve siyasal mühendisliğin besleyip-büyüttüğü ekonomik, siyasal ve sosyal krizler karşısında üç-beş yıl içinde çözülmüş olmasından anlaşıldı. 28 Şubat’ta operasyona tabi tutulan çevreler daha güçlü bir dalgayla tekrar merkeze yöneldiler. 2002’de başlayan süreç 27 Nisan e-muhtırası, 7 Şubat MİT krizi, 17-25 Aralık darbesi ve 15 Temmuz askeri kalkışmasına rağmen devam ediyor. Ancak mesele ne sadece 28 Şubat’ın hatırlanması ne de bu tarz müdahalelerin akamete uğratılmasıyla sınırlı. Müdahalelerin hatırlanması ve akamete uğratılması ancak mevcut sistem ve ilişki ağı temel hak ve özgürlükler üzerinden yeniden yapılandırılabiliyorsa anlam ifade edebilir. Devlet-toplum ilişkisindeki hiyerarşik konumlanışın aşılması, sivil siyasetin meşruiyetinin ve alanının genişlemesi, katılım ve müzakere kanallarının etkin ve işlevselleşmesi, denge-denetleme mekanizmalarının mevcudiyeti ve işlerliği, toplumun tarihsel-kültürel genetiğiyle uyumlu ve zamanın ruhunu taşıyabilen yeni bir Anayasa’nın hayata geçirilmesi gibi geniş ölçekli bir dönüşüm için kaldıraç vazifesi görebiliyorsa, bizi o yönde harekete geçirebiliyorsa anlamlıdır. Aksi taktirde vesayet arayışlarını boşa çıkartmayan, müesses nizamın değişimi yerine aktörlerin değişimiyle, zihniyet ve tarz değişimi yerine lokal içerik değişimleriyle meselenin çözüldüğünü düşünmek öncelikle sorunu anlamamaktır. 28 Şubat sürecinin kimi yaptırımları hala yürürlükte, sorun çözme sistematiği hala etkin ise mücadelemizin bir zihniyet, bir tarz, bir usul mücadelesi olduğunu yeniden hatırlamamız gerekiyor. Mücadelemizin nitelikli ve şüphesiz tarihimizin karanlık müdahalelerini hatırlamanın anlamlı olması da ancak acı tecrübelerimizden gerekli dersleri çıkartabilmemizle ilgilidir. Mücadele ve hatırlama buna yol vermiyorsa, ısırıldığımız yerden aynı şekilde ısırılıyorsak mücadelemizin ve hatırlamamamızın laf ola beri gele kabilinden olduğu açıktır.

28 Şubat müdahalesi, beklentileri, gerçekleştirdikleri ve şüphesiz ekonomik, sosyal ve siyasal maliyeti dikkate alındığında “Pirus zaferi”dir. Yapıcı değil ifsat edici, toplumun kendisine gelmesini önlemeye matuf ve gerçekliğe aykırı doğası nedeniyle yenilmeye mahkûm bir zafer. Ancak unutmayalım bu dönemin kudretli paşaları ve onların peşine takılıp memleketi cendereye sokanların hezimetidir. Onların hezimeti, zorunlu olarak bizim ve ülkemizin saadeti anlamına gelmez.

Abdulbaki Değer / Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

Whatsapp Destek
1
Whatsapp Destek Hattı
Üyelik işlemleri için Whatsapp iletişim hattımız