Son Savaşa mı? Ebedi Barışa mı?
Bu başlık aslında insanlığın karşı karşıya olduğu durumu göstermesi açısından son derece uygun bir forma sahiptir. Çünkü bugün pek çok etkenden dolayı insanlık çok temel anlamda bir karar alma zorunluluğunun eşiğine gelmiştir. “..basit modernlik, …temel ilkesi ihsanda bulunmak olan ulus devletle birlikte var olan sanayi toplumunun anlayışıdır. Bunun akabindeki toplum türü ise risk toplumudur. Şimdi risk toplumu ulusal düzeyde değil global düzeyde tezahür etmekte, temel ilkesi ihsanda bulunmak, iyilikler dağıtmak değil tehlikeler ve riskler dağıtmaktır.(Back’ten akt. Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1999, 269-270).” Gerçi ulus devletin yukarıda dile getirilen ihsanda bulunmak ilkesi çerçevesinde kendi bünyesi içindeki insanlara ne kadar ihsanda bulunduğu da koca bir muammadır ama yine de ulus devletin yaptıkları ile bugün küreselleşme sürecindeki yaşananlar karşılaştırıldığında ulus devletininkiler küreselleşme sürecinin yaşattıkları yanında pek küçük kalmaktadır. Aslında ulus devlet ile küreselleşme sürecindeki yanlışlıkların temel de çok farklı şeyler olduğunu söylemek durumunda değiliz. Tersine bu iki yapı arasındaki ilişki bir devam ilişkisidir. Zira küreselleşme süreci bugün nasıl kendisini her ne kadar ulus devlet karşıtı bir pozisyonda gösterse de ya da gösterilse de aralarındaki ilişki bir öncelik sonralık ilişkisidir. Ve temel anlamda buradaki yapılanmaların sermaye hareketliliği ile ulaşım ve iletişimdeki gelişmelerin çok yoğun bir ilişkisi söz konusudur. Mekânsal ölçek anlamında sermaye hareketliliğine yettiği durumlarda ulus devlet bir sıkıntı yaratmaz iken, gelinen noktada ulus devlet yapılanmaları bu hareketliliği kaldırabilecek bir pozisyona sahip olamadıkları için gözden düşmekteler. Bu iki sürecin oluşmasına büyük oranda katkı sağlayan unsurlar göz önünde bulundurulduğunda bunların aynı aktörler oldukları görülecektir. Ulus devletleri yaratan dinamik ne idiyse aynı dinamikler bugün gelinen noktada küreselleşme sürecini dayatıyorlar. Dolayısıyla bugün bu iki yapılanmayı bir birine karşıt konumlandırmaya çalışmanın ve karşıt konumlandırmadan hareketle birine güç pompalamaya çalışmanın pek bir anlamı yoktur. Küreselleşmeyi yüceltenler yada şu an için yürürlüğe soktuklarından hareketle ulus devletin homojenleştirici yapısı altında kendilerine alan bulamayanlar bu süreci pragmatik anlamda olsa bile onaylamaya girişmeleri yanlıştır. Ya da tersinden küreselleşmenin oluşturduğu tehditler karşısında ulus devlete kan pompalamaya girişenler olmaktadır. Meselenin bu iki kutup arasında birinden yana tavır koymakla çözülebilecek kadar basit olmadığı anlaşılmalıdır. Ayrıca vatan savunusu anlamında mesele ele alınıyorsa bu iki cepheden bir tarafı seçmek vatan savunusu olmadığı gibi diğer tarafı seçmekte vatana ihanet olarak nitelendirilemez. Ve bu iki alan dışında bir pozisyon olmadığı olamayacağı söyleminin de pek bir anlamı yoktur. Bu iki alan dışında bir alan açma zorunluluğu hem insan hem de Müslüman olma sorumluluğudur.
Bugün artan nüfus, gelişen silah teknolojisi, kullanılabilir doğal kaynakların yenilenme potansiyellerini yitirerek tükenmesi, mevcut kaynaklar üzerindeki inanılmaz eşitsizlikteki paylaşım ve bunlarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili pek çok sorun başlıktaki iki seçenek arasında bir tercih yapmanın kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Keyder’ in (1993, 64) belirttiği gibi hızlı dönüşümlere tanık, bu yüzdende yeni fikir ve proje üretmenin zor olduğu bir dönemde bütün bunlara ek olarak “her geçen gün beklenmedik olaylarla dolu: Terörizm, AIDS, elektronik virüsler.. Rota haritalanmamış (Baudrillard, 2000, 174) Fütürist karı koca Alvin ve Heidi Toffler “.. birinci dalgadan ikinci dalga uygarlığa geçiş: savaşlar, ayaklanmalar, kıtlıklar, zorunlu göçler, darbe ve felaketlerle dolu, uzun süreli kanlı bir dram olmuştu. Bugün ise çıtalar daha yüksekte, zaman daha kısa ve ivme çok daha hızlı, dolayısıyla tehlikeler çok daha büyüktür (Toffler, 1996, 106)” derken oldukça haklılar. Bugün “sosyal ilişkilerin tek düzenleyicisi olarak sınırsız Pazar ekonomisine hürriyet, teknik ve bilimsel iktidarların insanlar ve tabiat üzerinde hakimiyetinin sürekli artmasına ilerleme, üretim ve tüketimin kör çoğalışına gelişme adı verilmeye devam edildiği sürece, bunlardan doğan eşitsizlikler, dışlanmalar ve şiddetler gitgide daha da ağırlaşacaktır (Garaudy, 1997, 148) Aslında bu süreç olası bir son savaşın meydana gelmesinin yaratacağı tehdidi ve tahribatı savaş olmadan da zaten yapmaktadır …….
Köklü bir değişim kaçınılmazdır. Bu süreç içerisinde ortaya çıkan dehşet göstergeleri Alman tarihçinin “..Hitler bir iş kazası değildi (akt. Altındal, 2000, 10)” yada “..Hiroşima bulutu, Japonya’ nın ötesinde bilimin üzerinde dolaşmaktadır (Garaudy, 1998, 55) ifadelerinde belirtildiği gibi teknik bir arızayı değil yapısal bir soruna işaret etmektedirler ve yapısal sorunlar tüm sistemin bağışıklık sistemini felce uğratmıştır. Sistemin bir alanı üzerinde girişilecek düzeltme operasyonları bu açıdan anlamsızdır. Ekonominin motoru kardır ve önemli olan hep karlı çıkmaktır. Aslında sadece ekonominin değil tüm hayatın motoru kardır ve bu motor kar olduğu müddetçe de hayatın adil bir düzleme oturması mümkün değildir. Yaşam içerisinde tüm etkinlikler bu rasyonalite ekseninde planlanmaktadır. Bu planın gerçekleşmesi durumunun dışında bu rasyonalitenin yada planlamanın yarattığı-yaratacağı sonuçlar üzerinde durulmamaktadır… Northbourne’nin (1989) vurguladığı gibi modern zamanlarda bir saplantı haline gelen planlamada, ne yazık ki hayatın tüm alanlarını kapsayacak şekilde gerçekleşmez, belirli bir dönem ve alan üzerine oturtulmakta, bu dönem dışındaki tüm etkileri göz ardı edilerek potansiyel olarak kazandırabileceği “çıkar” ve “kar” olgusuna saplanma söz konusudur. Sanayinin doğal çevreye ve insanlığına verdiği zarar ve oluşturduğu tehdit hiç şüphesiz sanayinin yaratacağı sermaye birikiminden daha önemli değildir. Fiili işleyiş öylesine gözü kör bir şekilde işlemekte ki insanların bir alan üzerine giriştikleri planlamanın arzu ettikleri çıkarı sağlamasının ötesinde yürürlüğe koydukları bu planların doğa, toplum, ahlak vs. üzerinde ne tür tahribatlar yaptıklarını düşünmezler düşünmek istemezler ve işleyen mekanizma bunların bu şekilde düşünmelerine imkân tanımamaktadır.
“Nüfusun büyük bölümü dışlanan, yoksul olduğu için karanlığa itilen bir dünyanın, hiçbir zaman güvenli (Mandela, 1995, 228)” olamayacağı gerçeği de, “araçların fazlalığı ve amaçların yokluğu da devletin ya da bireyin kendisinden, onların güç ve büyüme isteğinden (Garaudy, 1998, 367)” daha önemli değildir. Böyle bir yaşam düzleminin tamamen imha edilmesi gerekir. Temelde bu tarz bir yaşamın, yaşam aleyhine ürettiği tehlikelerden önce insan ve insan özgürlüğünün gerçekleşmesi önündeki engelleyici pozisyonundan dolayı imha edilmesi gerekir. Tabiî ki bu düzlemin imha edilmesi talebinin çıkarcı bir dürtü ile dile gelmesi olasılığı vardır. Bu dürtü en azından imha edilmesini arzu ettiği yapı kadar tehlikelidir. Bu, karşı olduğunu söylediği yapıyı tersinden üretmenin bir maskesidir. Nietzsche’ nin “baskı altına alınan insanlar adalet ister, gerçekte bu kendileri için istedikleri iktidarın bahanesidir (Sarup, 1997, 129)” derken tam da yukarıdaki duruma işaret etmektedir. Her türlü ikiyüzlülükten, çıkarcılıktan uzak bir anlayışla mevcut durumun ne olumlu ne de olumsuz taraflarını fetişleştirmeden, herkese ve her şeye gerçek anlamda insanın merkeze alınarak hakkının teslim edildiği bir dünya kurmak gerekmektedir. Burada merkeze alınması gereken insan hiç şüphesiz egemen dünyanın pek de methiyeler düzülen modern bireyi değildir. Rasyonel bir şekilde davranan, yani kendi kar maksimizasyonunun peşinden koşmakla bir hal olmuş, yabancılaşmış, dünyada olma pozisyonuna bir anlam yükleyememiş dolayısıyla ontolojik güvensizlik yaşayan insan değildir merkeze alınması gereken. …. Dünyayı kuşatan her türlü olumsuzluk nereden ve ne adına kaynaklanıyorsa kaynaklansın, insan olmaktan kaynaklanan bir sorumluluk bilinciyle ele alınıp tartışılmalıdır. Bugünkü pozisyonun oluşumuna kaynaklık eden ne tür gerekçe varsa ve bu gerekçeler nereye dayandırılıyor olurlarsa olsunlar tartışmanın ya da sorunsallaştırmanın nesnesi olmaktan muaf tutulamazlar. Yaşam üzerinde otorite kurmuş tüm mercilerin nitelikli bir yaşam adına hesaba çekilmeleri bir zorunluluktur. Bu durumun yaratacağı kaos bugünkü düzenin bize yaşattığı karmaşadan daha tehlikeli değildir. Derida’ nın (1998, 134) belirttiği gibi kaos aynı zamanda hem bir risk hem de bir şanstır. Evet, kaos hem bir risk hem de bir şanstır. Risktir, çünkü insanlığın oluşturmuş oldukları düzenin parçalanması, her şeyin yerli yerinden oynaması anlamına gelir. Bugünkü düzen zaten her şeyi yerli yerine oturtamadığı için kaosu içerisinde zaten barındırmaktadır. Kaos bir şanstır, çünkü işleyen bir düzen olduğunda insanlar bunun var olabilecek düzenlerden biri olduğu gerçeğini göz ardı ederek mevcut durumun kaçınılmaz olduğuna dolayısıyla farklı bir düzen arayışına ihtiyaç duymazlar. Kaosun şans olma durumu işte burada ortaya çıkmaktadır. Zira dengesini kaybeden eski düzen karşısında insanlar ister istemez yeni bir düzen arama yada yeni bir düzen oturtma çabasına girişirler. Hatta daha temelde doğa ve toplum üzerinde verili bir istikrar ve düzenin var olduğunu söylemek mümkün değildir. Tam tersine her iki alanda da –belki daha çok toplumda- kaos vardır ve kaos var olduğu için insanlar tarih boyunca bu alanlara istikrar ve düzen getirmeye çalışıp çabalamışlardır. Buradan hareketle her iki yapı içerisinde özellikle de toplumsal yapı içerisinde oluşturulan pek çok şeyin mutlak, verili ve değiştirilemez şeyler değil, tam tersine tarihsel ve toplumsal olarak üretilen, yaratılan şeyler olduğu gerçeğine ulaşılabilir. “ Dünya adlar dünyasıdır. Eğer adlar elimizden alınırsa, dünyamızda elimizden alınmış demektir (Paz, 1994, 102).” Yada ad koyabiliyorsak, dünyamızı kendimiz inşa edebiliriz. Acaba burada Heidegger’ in (?, 58-59) vurguladığı anlamda mantık adına yaratılan bir nihilizm mi söz konusudur? Mantık, belirli bir yol ekseninde insanların düşünmesini gerektirdiği için aynı zamanda bu, insanın farklı bakış açılarını yakalamasını imkânsızlaştırmakta değil midir? Bu durum yaşam içerisinde kimi öğeleri ön plana alırken, kimilerini de es geçmekte değil midir? Sadece bir yönüyle yani kazandırdıkları ile sağladığı olanaklar ile yapılan, bütünlükten yoksun, bütünlükten yoksun çünkü kaybettirdiklerini, yok ettiği olanakları hesaba kattırmayan hatta böyle bir imkândan yoksun bırakan değerlendirmeler yanıltıcıdırlar… ,,, “Toffler tipi fütüristlerin yaptığı gibi mevcut egemen yapının en kötü yönlerini görmezden gelerek, bu yapının yenileştirici potansiyelini abartarak (Frankel, 1991, 52)” sunmaya çalışmaları bunun tipik örneğidir. Bütünlükten yoksunluk bugünkü yaşamın belirleyici ögesidir. Çünkü bir taraftaki gelişme çöküşü, ilerleme gerilemeyi, zenginlik fakirliği… beraberinde taşımaktadır. “İlerlemenin sembolü “eşit” değil, “eşitsizliktir” (Oppenheimer, ?, 103)” deki ifade bu ikiliğe vurgu yapmaktadır. İşte bu ikiliğin fay hatlarında biriken enerjinin – ki akıl almaz boyutlardadır- açığa çıkması sonun başlangıcıdır. “.. yoksulluk ve sefalet içinde boğuşan kesim hiç kuşkusuz çok yakında, giderek artan bir talepler listesi ile ilerlemiş ulusların karşısına dikilmektedir (Solzhenitsyn, 1995,15)”, yıllarca sömürülen “siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemesini bekliyorsunuz? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanlar başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz ( Sartre’ den akt. Fanon, 1998, 35)” ve ilerlemiş uluslar “eğer yoksul ülkeler kendilerini krizden kurtaramıyorlarsa bu onların sorunudur, ayrıca her halde onların suçudur, çünkü yeterince çaba gösterememektedirler, demeye bile başlamışlarsa (Miterand, 1995, 229)” o zaman gerçekten sonun başlangıcıdır. Said’ in (2001) Amerikan karşıtlığı bir modern toplum nefreti yada teknoloji kıskançlığı değil; bu Amerikan karşıtlığı, ABD’ nin dayattığı yaptırımlar altında ezilen Iraklıların ve topraklarının İsrail tarafından 34 yıllık işgaline izin verilen Filistinlilerin dile getirdiği, somut müdahaleleri, açık gaspları kapsayan bir olaylar örgüsünü temel alıyor” derken aslında sistemin gerilim oluşturucu karakterini betimlemektedir. Hatta yaratılan ikilik arasındaki uçurumun her iki taraf açısından doyum noktasına ulaşması – bir taraf için en üst, diğer taraf için en alt- acaba en uç noktada, gülme ve ağlamanın birbirine karışması gibi bir durumu yaratmaz mı? Yani derin şiddetli kahkahalarla gülen bir insanın gözünden yaşlar akması ya da hıçkırıklarla ağlayan insanın bir noktadan sonra kahkaha atmaya başlaması gibi. Ya da sınırsız bir ilerleme vizyonunun belirlediği ve sürekli olarak insanlığın yakaladığı en üst aşamayı daha da yükseltme uğraşısı, bugün için hiçte sürpriz olmayacak bir şekilde, hatta paradoksal bir şekilde insanlığın tarih öncesi dönemine yani “ilkel” olarak nitelenen insanların yaşamına daha fazla yaklaştırmıyor mu? Ufukta öyle bir nokta belirmektedir ki, en üst (ilerleme) ve en alt (ilkellik) sınırı birbirine karışmaktadır hatta beliren ilkelliğe karışmadan daha fazla koca bir yokluğa, hiçliğe karışma olasılığıdır. Bu nedenle şunu sormak gerekmektedir: “yarattıkları şeyler yüzünden dünyadan kovulan insan ilerlemenin zorbalığından ne zaman kurtulacak (Guechenno, 1998, 102)?”
“Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. (Demirer, Özbudun, 1998, 65)” Gerçekten bugün dünyanın bir kısmı, Huxley’in (2000) öngördüğü anlamda her an zevkten-hazdan sürekli orgazm olmakla yok olurken, öte yandan dünyanın büyük bir kısmı ise Orwell’ ın (1974) öngördüğü gibi her tarafı kuşatan, belirleyen bir iktidar tarafından yok olmaktadır. Daha önce belirtildiği gibi insanlık bütün yeryüzü coğrafyasını kuşatacak bir ütopya yaratmalıdır. Bu ütopya Fukuyama’ nın (1999, 28) “Amerika da ki zencilerin sefaleti, liberalizmin doğal ürünü ve mirası değil,; aksine köleciliğin yasal olarak kaldırılmasından sonra da uzun bir süre devam eden “kölecilik ve ırkçılığın” mirasıdır”. Bir an için bu gerekçelerin doğru olduğu kabul edilse bile Habermas’ ın (2002, 31–32) sorduğu gibi: “ gözyaşı vadisini geçebilmek acaba ne kadar zaman alacak ve ne kadar bedel isteyecektir? Bu gidişe ayak uyduramayan ne kadar bahtsız acaba yarı yolda tükenecek ve bu “yaratıcı tahribat” uğruna medeniyetin sağladığı hangi nimetler bir daha geri kazanılmamacasına kurban edilecektir?“ Tabi bu anlamda bu ve bunun gibi yeryüzünün hemen hemen tüm bölgelerinde devam eden olumsuz gelişmeler liberalizmin kusuru değil, daha önceki tarihsel ve toplumsal yapıyı oluşturan “ideoloji” ya da Hegelyen anlamda “bilincin” kalıntılarıdır. Bu tür gerekçeleri ön plana alarak bu sistemin uygulamaya geçmiş kusursuz bir ütopya olduğu savunusu anlamsızdır. Zira “batılı büyüme modelinin başarısızlıklarından çok başarılarının daha fazla tehlike gösterdiğinin (Garaudy, 1998, 235)” altını çizmek gerekmektedir. Dolayısıyla evrimci-ilerlemeci bir anlayışla başarısızlık olarak gösterilen, daha önceki tarihsel ve toplumsal yapıların kalıntıları bu sistemin içerisinden sökülüp atıldığında da gerçekleşecek olan kusursuz bir dünya, bir yeryüzü cenneti değildir. Zira bu yapının başarıları olarak gösterilen dolayısıyla kusursuz ütopyanın, yeryüzü cennetinin temel bileşenleri olarak takdim edilen şeyler sözüm ona eski kalıntılardan çok daha fazla tehditkâr ve eşitsizlikçidir.
Bu ütopyayı yaratmanın zorunluluğu insanlığın bugün gelinen nokta itibari ile karşı ütopyayı yaratmasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir çözüme hem basit bir saflık, hem de insan tanımının özüne ters olmakla karşı çıkmak mümkün gözükebilir. Bu argümanların dile getirilmesi aslında mantıksal bir karşı koyuş gerekçesi olması açısından ele alınamazlar tam tersi bir noktada insanın yaşamış olduğu yabancılaşmayı ve insandışılaşmayı göstermesi açısından ele alınabilir ve yapının bozuma uğratılması sürecinde kullanılabilecek bir gerekçeye dönüştürülmelidir. Bunun böyle olabileceğini gösteren pek çok karine mevcuttur. Antropolojik çalışmalar kimi toplulukların oluşturduğu farklı ama insanca yaşam öbekleri ile yeryüzünde egemen olan sistemin insanlığın kaçınılmaz kaderi olmadığı gerçeğinin altını çizmektedirler. Savaşa, çıkara yaşam alanlarında yer vermeyen bu toplulukların çok küçük çaplı örgütlenmeler olmaları önemli değildir. Bunlar, “..bilimi bilimciliğe, tekniği teknokrasiye, politikayı Machiavelizme çevirdiği için, amaç yokluğundan sonu umutsuzluğa varan pozitivizmi ve sonu herkesin herkesle savaşına ve korku dengelerine varan bireyselciliği aşma vaadinin ..(Garaudy, 1998, 283) somutluk kazanması anlamında oluşturdukları örneklik açısından önemlidirler. Burada bu toplulukların yaşam tarzlarının aynen aktarılması savunulmamaktadır – ki böyle bir şeyin çözüm olması da mümkün değildir- ifade edilmeye çalışılan bugün olanın insanların kaçınılmaz kaderi olmadığı gerçeğinin vurgulanması, bu bağlamda bu toplulukların taşıdığı öneme dikkat çekmedir.
İnsan kimliğinin oluşmasında büyük etkileri olan bir toplumsal yapı, insan tarafından nasıl farklılaştırılabilir? Diğer bir deyişle, bir anlamda toplum tarafından var edilen insan, kendisini var eden koşulları nasıl değişime uğratacaktır? İnsan sadece edilgen ve sürekli olarak belirlenen bir nesne değil, belirlenirken aynı zamanda belirleyen bir varlıktır hiç kuşkusuz. İnsanlığın tarihi süreç içerisindeki yaşadığı tüm değişim ve dönüşüm bunun kanıtı değil midir? Aksi taktirde insanlığın ilk atalarından bugüne değin aynı pozisyonda olması gerekmez miydi? Ya da kısaca insanların bir tarihinin var olması bunu göstermekte değil midir?
Bugün farklı bir yaşam uğruna girişilecek bir “… değiştirimin oyuncusu, öznesi olmak için insan, kendisini kendisinden yoksun bırakan yabancılaşmadan ve fetişlerden öncelikle amaçların tespiti, araçların düzenlenmesi ve ürünün paylaşımını (Garaudy, 1998, 368)” hedeflemelidir. Yaratılacak yeni yaşamın dinamikleri dışarıda bir yerlerde değil, insanların içlerindedir. Çok karamsar olan Camus (?, 48) “insan en büyük çabasını da harcasa, ancak yeryüzündeki acıyı matematik yönden azaltmaya kalkışabilir ama haksızlık ve acı her zaman var olacaktır” demektedir. Böyle bir şey, yani acı ve haksızlığın her zaman var olacağı düşüncesi, bunun kanıksanması, içselleştirilmesi anlamını doğurmamalıdır. Bunlar karşısında yer almak insan olmanın belirtisidir ve bu belirtiyi kaybetmemek gerekmektedir. Haksızlık ve acı yok edilemiyorsa bile insanca bir yaşam için kontrol edilmeye çalışılmalı buda becerilemiyorsa en azından insan olma adına bununla mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu eksende bir mücadele kaçınılmazdır ve insandışılaşmış bir mekanizma karşısında “.. Mağlup olmayıp ayakta kalabilenlerin ise tarihi bir misyonu vardır ve bunu unutmamaları gerekmektedir ( Chomsky, 1997, 142).” Bu misyon; yenileştirici ve aynı zamanda özgürleştirici bir yaşamın oluşturulması yada en azından bunun tersi bir yaşamla mücadele etme – ki bu ikisi parçalanmaz bir bütündür- misyonudur.
Bu dünya bu haliyle mümkün olan biricik dünya olmadığı gibi pek ala başka dünyalarda olabilir. Zizek’ in (2001) 11 Eylül bağlamında dile getirdikleri geniş bir perspektifle bakıldığında temel bir gerçeği haykırmaktadır: “ şimdiki soru şudur: Amerikalılar kendi korunaklı alanlarına çekilip onu daha da güçlendirmeye mi çalışacaklar, yoksa “bu neden bize oldu?” bu tür şeyler BURADA olmazdı! Tavrını koruyarak tehditkâr DIŞARI’ ya karşı daha da saldırganlaşacak, ya da bu tür şeyler BURADA olmamalıydı! Tavrı yerine “bu tür şeyler HİÇ BİR YERDE olmamalıyı benimseyip kendisini DIŞARI DÜNYA’ dan ayıran fantazmatik ekrandan çıkıp gerçek dünyaya varmayı kabul edecek. … bu tür olayların BURADA tekrar olmamasını sağlamanın tek yolu BAŞKA YERLERDE devam etmesini engellemektir.” Evet, burada olmasın değil, hiçbir yerde olmasın. Bunun sağlanması var oluşsal bir gerekliliktir. Bunun oluşturulacağına dair bütün olumsuzluklara rağmen ümitli olmayı gerekli kılan çok temel şeyler hala varlığını koruyor. Jaspers’ ın belirttiği gibi, “ insan ilişkilerinin kaynağında, insan vicdanının derinlerinde sesi hiç bastırılamayan evrensel bir yürek çarpıyor, kulağı sağır olmayanlar için; mücrimin saldırısı, küstahlığı karşısında ya da fiziksel var oluşu tehdit eden yaşama şartlarında ya mazlumla birlikte yaşamayı kabul edersin ya da onunla birlikte ölmeyi (Fanon, 1988, 110).” O halde yapılacak olan tek şey var: “elden geldiğince fazla insanlık yüklenmek (Gide, ?, 12).”