Türkiye Siyasetinin Genetiği
Türkiye’de aydınların ısrarla dile getirdikleri bir tespit var: Toplum olamamak. Siyasal sistem, sosyolojik gerçekliği kuşatacak bir yaklaşım yerine belirli bir toplumsal kümeyi kayırarak konumlanınca ortaya ahistorik bir manzara çıkıyor. Belirli tarihsel-toplumsal şartlarda şekillenmiş bir ilişki biçimi tarihselliğinden koparak bugünü kuşatmaya alıyor. Osmanlı için işlev gören “millet sistemi” yani cemaatler arasındaki hiyerarşik yapılanma siyasal aktörlerin söylemleri ve siyasal sistemin formülasyonu üzerinden neo-cemaat tipolojisi üzerinden günyüzüne çıkıyor.
Birbirine değmeyen paralel evrenler halinde yaşayan cemaatler mevcut konjonktür ile iç içe geçiyor, melezleşiyor. Katı ve bütünlüklü kimlikleri aşınıyor, küreselleşmenin dayattığı kültürel-ekonomik bir standardizasyonun tetiklediği benzeşimlere maruz kalıyor. Yine “küreselleşme” tartışmalarında dile gelen glokalleşmenin-yerelleşmenin tetiklediği kimllik fetişizminin yarattığı yüksek bir gerilim dinamiği ile karşı karşıyayız.
Kültürel parçalanmalar, yırtılmalar ve ardından gelen melezleşme, eklemlenme süreçlerinde açığa çıkan bütünlük, tutamak, “kim”lik arayışı kendisini yerelin mahrem ve korunaksız dünyasına sığınmaya götürüyor. “Kimlik fetişizmi” dediğimiz bu radikal sığınma, sahiplenme küresel çaptaki büyük dönüşümün sancılarını hafifletirken diğer taraftan ben-biz idrakinin tarihsel sürekliliğinde kesinti olmadığına ilişkin yanılsama yaratıyor. Modern dönemin siyasal formülasyonunun şekillendirdiği atmosferde bastırılan ve küreselleşmenin getirdiği standartlaşma tarafından aşındırılan kimlikler-cemaatler, bir taraftan müntesipleri tarafından daha çok sahiplenmekteler diğer taraftan ise
Varoluş koşulları aşınan diğer taraftan aşınan kimliğe aşırı vurgu paradoksal şekilde eşzamanlı olarak karşımıza çıkıyor. Sosyolojik dinamiklerin getirdiği melezleşme, eklemlenme ve yeniden tanımlama pratiği siyasal sistemi dönüştürürken, bu dönüşümün aktörlerini kendi içinde katı, dönüşüme direnç olmaya sürüklüyor. Yeni bir kamusal alanın tesisi noktasında dip dalga yaratan süreç diğer tarafta ölçek küçülmesini getirmekte, kendi içinde devingenliği yüksek bir kimliği korumaya zorlamaktadır. Karşımıza dışarısı için dönüşüm talep eden, dönüşüm için fiili baskı kuran, içerde ise dönüşümü kontrol etme, engelleme, dışardan yalıtma ısrarını gösteren patolojik bir pratik çıkmaktadır. Birbirini dışlayan ve klasik mantığın alanında izah edilmesi mümkün olmayan bu mantıkdışı durum reel dünyanın yalın gerçeği olarak karşımızda duruyor.
Aktörlerin kamusal alana dönük söylemleri, meşruiyet arayışları, referans kodları başka bir toplumsallığı-siyasallığı inşa ederken beri yandan koşulları aşınan kurgusal bir kimliğin gölgesinde, yalıtık şekilde gelecek arayışı hem toplumsal gerçeklik tarafından teyit edilmiyor hem de aktörleri verili pozisyanlarına tutunmaya zorluyor. Çünkü verili koşulların yarattığı türbülansta düzen, kendisini oluşturan parçalar ile ilişkisini yitiriyor ve aktörleri düzen-anlam arayışı ile karşı karşıya bırakıyor. Küreselleşme süreci standardizasyona-eklemlenmeye neden olurken öte taraftan düzen-anlam çeperini sürekli gerileten, lokal birimlere kaydıran hatta lokal birimleri de çoğulculaşma-farklılaşma baskısıyla karşı karşıya getiren çözülmeyi besliyor.
Bu teorik çözümlemeyi seçim sürecine girdiğimiz vasatta Türkiye üzerinde somutlaştıralım. Türkiye’de uzun zamandır müesses nizamın çözüldüğüne ilişkin yargı dillendiriliyor. Siyasal arenadaki hareketliliğe, aktörlerin söylemlerine bakıldığında bu yargı ziyadesiyle doğrulanıyor. CHP, MHP, Kürtler, Cemaat vs. gibi aktörler mevcut durumun kabul edilemezliğine ilişkin kanıda müttefikler. Kimisi bir önceki durumun yüceliğine çağırırken kimisi öncekine ve bugüne razı değil. CHP ve MHP, tevarüs eden cemaatler hiyerarşisi sisteminin modern formülasyonunu yani bir toplumsal kümenin kayırılmasını eksen alan imtiyazlı çözümlemeyi ısrarla savunmaya devam ediyorlar. Hiyerarşinin korunduğu, ikincil konumlara yerleştirilen tüm yapıların durumlarına rıza göstermelerini talep eden ve bunu kendi varoluşlarının şartı olarak öne süren işlevsiz siyasetin tıkandığı aşikar.
Siyasal sistem üzerinde en büyük değişim baskısını oluşturan Kürt siyaseti ise küreselleşmenin getirdiği komplikasyonları net bir şekilde açığa vuruyor. Sistemin dönüşüme uğraması için baskı yaratan, dönüştüren yapı, kamusal alana dönük getirdiği çözümlemeler için kendi içerisinde muafiyet talebinde bulunuyor. Çoğulculaşmayı, farklılaşmayı ulusal ölçekte talep eden ancak yerelin ya da yerel kimliğin bundan etkilenmemesi için vargücüyle çalışan bir çelişkide patinaj yapıyor. Oysa Cumhurbaşkanlığı seçiminde de görüldüğü gibi sistemin dönüşümüne ilişkin konumlanışı lokal bir iktidar alanının inşasına değil “Yeni Türkiye”nin inşasına yönelttiği oranda karşılık buluyor. Aksi durum Kürt siyaseti için Türkiye içinde marjinallik, ayrı bir iktidar inşasında CHP-MHP olmaktır. Cemaat için de farklı durumun olduğu söylenemez. Ötekinin varlığını önemsemeyen, koşullar icabı katlanılan bir şey olarak gören mesiyanik kollektif kimliğin mantığı Sennett’in ifadesiyle tasfiye oluyor. Burada da özü itibariyle mücadele hak, hukuk, adalet mücadelesi değil imtiyaz arayışına bu ilkelerin payanda edildiği tahripkar bir siyaset oluyor.
Türkiye’de siyaset genetiği, örtük bir cemaat anlayışından beslenmektedir. Sistemi “kendimiz için kılmak” yerine “herkes için kılmak” anlayışını kabul ettikçe mesafe almamız mümkün oluyor. Aksi taktirde kamufle edilen imtiyaz arayışları, koşulların getirdiği çelişkilerden firesiz çıkma çabaları hem karşılık bulmuyor hem de çöken, çözülen sistemin “Yeni Türkiye” vizyonu içerisinde inşasını bilinmeyen bir zamana erteliyor. Bu da “araf”taki geçici durumu kalıcılaştırıyor. Araf, iki sevimsiz seçeneğin dışında olmak anlamına gelmiyor. Bir tarafta “cennet” diğer tarafta “cehennem” olan iki seçenek arasında arada kalmak anlamına gelir ki bu açıdan da sevimli bir pozisyona işaret etmiyor.