Abdulbaki Değer Doğu Türkistan’ı Yazdı
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer Karar Gazetesi’nde yayımlanan yazısında, Çin’in Uygurlara yönelik vahşeti üzerinden değerlendirmede bulunuyor.
Basına yansıyan haberlere göre Çin yönetimi Doğu Türkistan’da kadınların doğurganlığını azaltan yöntemler uyguluyor. Haberin dayandırıldığı Sincan Kalkınma Araştırma Merkezi tarafından açıklanan rapor 2018’de Doğu Türkistan’daki doğum oranındaki ve doğal nüfus artış oranındaki düşüşün gerekçesi olarak “dini aşırılığın ortadan kaldırılması”nı gösteriyor.
Rapor aynı zamanda aşırılığın ortadan kaldırılmasının Sincan kadınlarına daha fazla özerklik kazandırdığını ve kadınları çocuk yapma makineleri olmaktan çıkardığını ileri sürüyor. Haber üzerine açıklama yapan Çin’in ABD Büyükelçiliği bu uygulamaları kabul etmekle kalmadı aynı zamanda “zihinlerin özgürleştirilmesi ve üreme sağlığı” üzerinden “kadınları özgürleştiriyoruz” iddialarıyla savundu.
Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” olarak tanımladığı ve özü ekonomi-politik bir tahakküm olan “medenileştirme misyonu”nu çağrıştıran bu uygulama ve dil, küresel bir ilgi ve dikkat gerektiriyor. Tıpkı “Mesleki Eğitim Merkezleri” olarak adlandırılan ve varlıkları ve işleyişleriyle toplama kamplarını aratmayan uygulamaların ilgi ve dikkat talep etmeleri gibi.
Nitekim bu uygulamaların birbirini bütünleyen ve tarihsel-toplumsal gerçekliği olan bir dini-siyasi-kültürel varlığın sistemin talep ve beklentileri doğrultusunda asimilasyonunu hedefleyen ana akım siyasetin parçaları olduğu dayandırıldıkları gerekçelerden anlaşılıyor: Özgürleştirme, sağlığa kavuşturma, aşırılıklardan arındırma.
***
George Orwell’ın ‘yenikonuş’ (newspeak) dilini andırıyor uygulamalar. ‘Yenikonuş’ta savaş bakanlığının adı barış bakanlığıdır, sistemin işine gelmeyen gerçeklerin inkârı ve saptırılmasıyla görevli olan bakanlığın adı da doğruluk bakanlığıdır. Burada da “kısırlaştırma” özgürleştirme, sağlığa kavuşturma oluyor, “toplama kampları” da mesleki eğitim, aşırılıklardan arındırma merkezine dönüşüyor.
Öldürücü bir dil oyunu ile karşı karşıyayız. Dilbilimdeki ifadesiyle “gösterge” ile “gönderge” arasındaki bağın koptuğu, ilişkinin çarpıtılarak gereksinimleri karşılayacak şekilde forma oturtulduğu, “gönderge”nin sorun çıkarmayacak şekilde bir “gösterge” ile kamufle edildiği bir dil oyunu bu. Çin yönetiminin bir toplumun ontolojisini hedef alan sert mühendislik uygulamalarını dil üzerinden “hümanistleştiren/medenileştiren” bir dil oyunu.
***
Şüphesiz bu dil oyununun rafine bir dil oyunu olduğunu, sofistike işleyen bir iktidar mekaniğinden neşet ettiğini söylemek mümkün değil. Zaten özensiz makyajlarla başka türlü göstermeye çalıştığı uygulamalar nedeniyle Çin yönetimi de kendisini pek rahatsız hissetmiyor. Bırakın uygulamalardaki hoyratlığı meşrulaştırıcı dilin tahakkümcü kodifikasyonu bile yürütülen siyasetin nasıl bir savaş stratejisinin parçası olduğunu, “terörle mücadele” konsepti üzerinden temellendirildiğinin göstergesi hüviyetinde.
“Özgürleştirmek”, “sağlığına kavuşturmak”, “aşırılıklardan arındırmak” gibi ifadeler kurguları itibariyle şiddet, hiyerarşi içeriyor ve yöneldiklerini önceden belirlenmiş, sınırları özenle çizilmiş bir şeye dönüştürmek üzere plasitk bir nesne olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla amacın yüceliği ve iyiliği dikkatlere sunularak yapılan şeyin ne olduğu ve nasıl yapıldığı gibi hayati boyutlar önemsiz, anlamsız ve şüphesiz görünmez kılınıyor, kılınmaya çalışılıyor.
***
“Hiçbir şey gözüme klasik özgürleştirici ideal kadar modası geçmiş görünmüyor” demişti Derrida. Açıkçası konuşulanlara baktığımızda “klasik özgürleştirici ideal”in gerçekten de modasının geçtiği hissine kapılıyor insan. Deleuze da ‘disiplin altına alınmış toplum’un okul, kışla, hapishane, hastane vs. gibi kuşatıcı ortamlardan ve kurumlardan oluştuğunu belirterek günümüzde kuşatıcı ortamların tümü için geçerli bir krizin varlığına işaret ediyordu.
Aynı şekilde kaba mühendislik uygulamalarının, kapatma, gözetme şeklinde tanımlanan iktidar biçimlerinin çok daha şeffaf, çok daha akışkan, panoptikon yerine sinoptikona, başkası tarafından gözetlenmeden ve denetim altına alınmaktan bir anlamda ‘gönüllü kulluk’a, kendi kendini denetlemeye evrildiği şeklinde yapılan tartışmaların haddi hesabı yok. Ancak bu yöndeki literatür enflasyonuna rağmen pek çok yerinde Doğu Türkistan’da olduğu gibi “kuşatıcı ortamlar ve kurumlar” altın çağlarını yaşıyor.
Dünyanın çok az bir kısmı hariç uygulamaya baktığımızda geçerli olan idealin içeriği ve çalışma mekaniği itibariyle distopik karakteri ayan beyan ortada olan bu “klasik özgürleştirici ideal” olduğu görülüyor. Maalesef insanların büyük kısmı toplumsal mühendislikle, tecritle, tehdit ve şantajla cendereye alınıyor. Bu yolla sindiriliyor, bastırılıyor, kültür ve değer dünyasından arındırılıyor.
Doğu Türkistan örneğinde olduğu gibi yüzbinlerce insan kaba saba bir muameleye maruz bırakılıyor. Egemen ‘norm’un, ‘normal’in dışına yerleştirilerek sapma olarak itham ediliyor. Norm’a, normale uygun olmamak, sapma olarak görülmek norm’un, normal’in yatağına yatırılmak, uygun görülen ameliyata alınmak demek.
Lyotard parti-devlet rejimlerinin (veya devletlerin) vatandaşlarını ‘anlatı’nın hem sorumlu ortak yazarı, hem imtiyazlı dinleyicisi, hem de kendileriyle ilgili epizotlarında eksiksiz uygulayıcısı olarak konumlandırdığını belirtiyor: ‘Eğer bu ödevlerin birini yerine getirmezseniz, tüm niteliklerinizi kaybediyorsunuz. Bir uygulama hatası, bir dinleme yanlışı, bir anlatı sürçmesi ve işte tutsaksınız. …Sizi senaryo dışı bırakırlar, sahne dışı, tiyatro dışı bırakırlar, kulisler dâhil. Anlatı yasaklısısınızdır. İşte harap etme bu şekildedir.’
Doğu Türkistanlıların ‘anlatı yasaklısı’ ilan edilip ‘harap edilmeye’ maruz bırakılması çok daha vahimdir. Zira onlar yanlış bir şey, yanlış anlaşılacak bir şey yaptıkları için değil bizatihi varlıklarıyla ‘yanlış’ görüldükleri için bir yok etme siyasetine maruz kalıyorlar. Bu siyasetin karşı konulması elzem olan insandışılaştırıcı bir ‘kara siyasa’dır. Yapılıp edilenleri meşru görmek, egemen terör söylemi üzerinden temellendirmek, makyajı akan propagandist bir dile inanarak geçiştirmek mümkün değil.
***
Bir milyonu aşkın insanın “aşırılıklardan arındırılma”, “meslek edindirme” gerekçesiyle toplama kamplarına alındığı, yüzbinlerce kadının “zihinlerin özgürleştirilmesi ve üreme sağlığı” gerekçesiyle “kısırlaştırıldığı” yaygın ve ölümcül uygulamalar yaşanıyor Doğu Türkistan’da.
Devletin kendi egemenliği altındaki bir halkı sosyal, kültürel ve dini anlamda istila etmeye dönük uygulamalar sadece hedef olarak değil aynı zamanda bu gayrı meşru hedefi gerçekleştirme yöntemi ve araçları ile de kabulü imkânsızdır. Resmi hakikat düzeni doğrultusunda tarihsel-toplumsal gerçekliğin, yani belirli bir kültürün ve inancın, yani bu kültür ve insancı taşıyan milyonlarca erkek ve kadının ‘meşru’ ve ‘makbul’ olana dönüştürülmek üzere ideolojik ve baskı aygıtlarının seferber edildiği bütüncül bir mühendislik uygulamasına maruz bırakılmasından bahsediyoruz.
Bu istila girişimi, bir toplumu, bir kültürü, bir inancı yutmayı, yok etmeyi hedefleyen siyaset Foucault’un ifadesiyle egemenliği altındakilerin selametini gözeten, onların geçimini, bakımını düşünen ve onlara ihtimam gösteren pastoral bir iktidardan gelmiyor. Tahakküm etme kapasitesi son derece gelişmiş, ideolojik ve baskı araçları yoğun, “klasik özgürleştirici ideal”e bağlı, mevcut etik anlatıyla mukayyet olmayan dizginsiz, denetimsiz bir “tanrı devlet” ile karşıyayız.
Antik Yunan’da Platon, tasarladığı ideal devletinde dinsizleri, yani devlet dinine inanmayanları, suya sabuna dokunmayan kişiler olsalar bile örnek teşkil etmelerinden dolayı tehlikeli görür ve onları ‘ıslah ve pişmanlık’ evi olan Sophronistère’ye mahkûm ediyordu.
Platon’un Sophronistère’sinde olduğu gibi ‘suya sabuna dokunmayan kişiler’ olsalar bile varlıkları itibariyle ‘sakıncalı’ görülen, ‘olağan şüpheliler’e çevrilen, sapma olarak değerlendirilen bir kimlik, bir inanç, bir aidiyet Doğu Türkistanlılar. Giderilmesi, düzeltilmesi düşünülen bir “yanlış” Doğu Türkistanlılar. O yüzden Doğu Türkistan’da milyonlarca insan Çin yönetiminin ölçü tanımayan gazabına uğruyor. İşin tuhafı öldürücü gazap “özgürleştirme”, “sağlığa kavuşturma” gibi hümanist bir dil üzerinden gerekçelendiriliyor, meşrulaştırılıyor. Tıpkı “yenikonuş”ta savaşın barış olarak sunulması gibi.
Abdulbaki Değer / Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı
Karar – 01.02.2021