Genel Başkan Gündemi Değerlendirdi

Olağanüstü bir dönemden geçtiğimiz muhakkak. Üstelik olağanüstü durum ulusal ölçekle mukayyet değil. Sovyet bloğunun ideolojik-politik bir çekim merkezi olarak bitişinin ilanıyla küresel nitelik kazanmıştı. Kısa süreli bir “tarihin sonu” masalına maruz kalsak da bugün itibariyle yerelden küresele seyreden derin bir karmaşanın hüküm sürdüğü tespiti sıradanlık arz ediyor. Zannedilenin aksine kriz sadece siyasa bir düzen veyahut uluslarası ilişkiler düzeni eksikliği değildir. Olağanüstü durumun temel belirtilerini siyasi veyahut uluslarası düzen eksikliği üzerinden en çok hissediyoruz şüphesiz. Ancak temelde varoluşsal anlam arayışından epistemik krizlere, kültürel çözülmelerden ahlaki çöküşe uzanan yaşamın tüm alanlarına sirayet eden ve yaşamı komaya sokan tarihin kritik dönemindeyiz. Şüphesiz yitip-giden, çözülen düzen için ağıt yakacak bir durum yok. Sadra şifa olsaydı zaten bir direnç ve umut odağı olarak hala varlığını devam ettirebilirdi. Veya arkasından halis niyetlerle yas tutanlar olurdu. Gel gör ki eskinin bir direnç-umut odağı olarak varlığı muhal olduğu gibi eskiyi yitirmenin acısıyla dizlerini döven kimse de gözükmüyor. Eskinin gövdesine indirilen darbelerden aldığımız zevk enkazları arasında yaşama tutunduğumuz bugünlerde tedirginliğe, belirsizliğe evrilmiş durumda.
Tarihe yeniden girmenin, yaşam kurucu bir irade olarak tebarüz etmenin coşkusunun kimi mahfillerden özgüvenle terennüm ediliyor olması ve yaşadığımız her hadisenin buralara alelacele teşmil ediliveriyor olması “usul-esas” prensipleri dikkate alındığında epey bir düşünmemiz gerektiğini gösteriyor.
Israrla dile getirdiğim bir hususun altını yeniden çizmekte fayda görüyorum. Tarihin görece uzun bir kesitinde nesneleşmiş, paranteze alınmış bir kesimin nesneleştiren ve paranteze alan düzenin çözülüşünü, varlığına dair tatmin edici bir karine görmesi yanılgıdır, yanıltıcıdır. Elbette tahakküm altına alan bir düzenin püskürtülmesi önemlidir ve varlık kazanma sürecinin önemli bir merhalesidir. Lakin başkasının yıkımı bizatihi sizin saadetiniz olamaz.
Zira kurucu irade olmak ve tarihe girmek karşımızda sadece total bir güç merkezinin bulunmayışını değil sizin tarihe ve yaşama hangi hissiyatla-duyarlılıkla-düşünceyle-inançla ve eylemle müdahil olduğunuzla ilintilidir. Bu anlamda önümüzdeki bariyerlerin yıkıldığı lakin önümüze açılan geniş düzlükte ne tür inşanın gerçekleştirileceği hala muammadır. Dolayısıyla varlığına ilişkin delili dışardan temin ettiğimiz, dışarıda dengeleyici veya baskılayıcı bir gücün bulunmayışı üzerinden kurduğumuz mantığımız içeriyi gölgeleyen, görünmez kılan temel zaaf alanımız olarak duruyor.
Bugünlerde siyasal bir gündem başlığı olarak tartıştığımız anayasa değişiklikleri de bu mevzu da bir örnek, MEB'in tartışmaya açtığı yeni müfredat başlığı da. Buralarda dikkat edilirse esaslı sorularımız-sorunlarımız ya ötekimiz veyahut sancılı tarihsel-toplumsal hafızamızın vesayeti altında ilerliyor. Düzenin inşa sürecinde sahip olduğumuz belirleyici pozisyon, düzenin mantığı-kurgusu-felsefesi üzerinden ve yönelimlerimiz-inanç-ilke ve değer dünyamızın kodları üzerinden değil ötekinin olası reaksiyonlarına veyahut mevcut çözülen düzenin kontrolsüz güç bileşenlerine şekilleniyor. Şüphesiz ötekinin, güç şebekelerinin olası tepkilerini düşünmek varoluşumuzun gereğidir ancak duruşumuz-düşüncemiz ve eylemimiz ötekinin tepkilerine göre şekillenen bir kontra-tepki ile sınırlandığında anlamsız, lüzumsuz ve bizi buharlaştıran bir hüviyet arz etmeye başlar.
Müfredat mevzusu da bu minvalde bir turnusol kâğıdı hüviyetinde. MEB'in bürokratik arayışına gösterilen tepkiler ve tartışmanın sembolik kimi hususları da meze yaparak siyasal bir taraftarlığa indirgenmesi gündemimizin ve hassasiyetlerimizin yitip gitmesi pahasına seyrediyor. Sorulması, tartışılması ve hesaplaşılması gereken pek çok sorular, korunması, özenle ve ısrarla talep edilmesi gereken hususlar bu hengâmede görmezden geliniyor. Tarihe girmek ve yaşam kurucu bir irade olarak belirmek neyi istemediğini ısrarla dillendirmekle sağlanamaz. Bunun yanında ve daha da önemlisi neyi istediğini-nasıl istediğini, hangi şartlarda istediğini bilmeyi gerektirir. Hatta denilebilir ki neyi istediğinizi iyi kötü bilmezseniz neyi istemediğinizin de çoğu zaman imkanı olmaz. Elbette biz sanayi döneminin kaba koşullarında şekillenmiş, ideolojik-politik-endokriner hüviyeti belirgin bir müfredat istemiyoruz. Lakin bu istemeyiş ne tür bir eğitim istediğimizi, ne tür müfredat talep ettiğimizi ve niye talep ettiğimizi açık etmiyor.
Tarihe girmek ve yaşam kurucu bir irade olarak belirmenin bu kadar ucuz olduğunu düşünüyor olmamız vahimdir. Üç kuruşa yirmi beş köfte talep ediyoruz, farkında değiliz. Mevzunun sahibi olmayan, yetkinliği ve sorumluluğu olmayan bir makamdan reçete istiyoruz yetmiyormuş gibi reçeteyi ısrarla uygulamamız gerektiğini düşünüyoruz. Müfredat mevzusu da diğer başlıklarımız gibi ciddiyetle ele alınmalıdır. Eğitim derken neyi kastediyoruz, müfredat eğitimin neyi oluyor, okul iki yüzyıldır neyi yapıyor, bize çıkardığı fatura nedir ve bahsettiğimiz bu küresel kriz döneminde yani kültürün, bilginin, toplumun-inanç ve değerlerin aşındığı bir dönemde sentetik ve zorunlu bir düzeneğe bel bağlamak kolaycılık değil midir, sorumluluğunu reddetmek değil midir, tarihe girmek ve yaşam kurucu bir irade olarak öne çıkmayı istememek, inkar etmek değil midir? Bir şeyleri değiştirmemiz gerektiğini biliyoruz, lakin neyi, niçin ve nasıl yapacağımızı bilmiyoruz? Şu anda da “değiştirmemiz gerekir”in baskısı altında bunalan vicdanlarımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Ne yazık ki sahte arayışlar vicdanları rahatlatmaz!