Monsieur Lazhar
‘’Adaletsiz ölümden sonra söyleyecek bir şey yoktur. Hem de hiçbir şey. Bunu şimdi daha iyi göreceğiz. Zeytin ağacının dalından zümrüt rengi küçük bir krizalit sallanırmış. Krizalit ertesi gün kozasından uçan bir kelebek olarak çıkacakmış. Ağaç, krizalit büyüdüğü için mutluymuş ama gizliden gizliye birkaç yıl daha kalmasını istiyormuş. Gidince beni de unutur diyormuş. Ağaç, krizaliti rüzgârdan, karıncalardan korurmuş. Ama avcılarla, kötü hava koşullarıyla tek başına mücadele etmek üzere gidecekmiş. O gece bir yangın sarmış ormanı ve krizalit kelebek olamamış. Sabaha yangın sönmüş. Ağaç yerinde duruyormuş ama kalbi yangında kül olmuş, alevlere boğulmuş, kedere boğulmuş. O günden sonra ne zaman dalına bir kuş konsa ağaç, krizalitin uyanamayışını anlatırmış ona. Kanat çırpışlarını, mavi gökyüzünde uçtuğunu, özgürlükten sarhoş olduğunu, gizli aşklarımıza tanıklık ettiğini hayal edip durmuş.’’
Yukarıdaki fablı yazan kişi Beşir Lazhar. Cezayirli bir kaçak göçmen. Öğretmen ve aynı zamanda yazar olan karısı, siyasi içerikli bir kitap yayınladıktan sonra terör örgütlerinin hedefi haline gelir ve ölüm tehditleri almaya başlar. Vatan hainliğinden, idamdan, ölümden bahseden tehditler tüm aileyi kapsayacak şekilde artınca Kanada’ya iltica talebinde bulunurlar. Karısı ve çocuklarının vizesi geç çıkınca kendisi işleri halletmek için onlardan önce gelir. Bir kamyon kasasında gizlice ülkeyi terk edecekleri gece ailesinin kaldığı bina kundaklanır ve binadaki herkes gibi karısı ve iki çocuğu hayatlarını kaybeder. Karısı ve oğlu dumandan boğularak ölürken kızı yanmamak için pencereden atlaması sonucu ölmüştür. En sevdiklerini kaybeden Beşir Lazhar hiç tanımadığı bir coğrafyada farklı kültürden insanların arasında yapayalnız kalmıştır. Vedalaşamadığı ailesinin acısını kendi içinde kimseyle paylaşamadan bir kenarından yaşama tutunmaya çalışan Lazhar’ın sık sık kullandığı metafor olan krizalit, hayata başlayamadan katledilen evlatlarını temsil ederken aynı zamanda şimdi yeni bir hayata başlamak zorunda olan Lazhar’ın kendisini temsil etmektedir.
Fransızca ve İngilizce olmak üzere iki resmi dile sahip olan Kanada’nın Fransızca konuşulan şehri Montreal’de karlı, soğuk bir günde bir ilkokul bahçesinde öğrenciler bahçede zilin çalmasını beklemektedir. 6. Sınıf öğrencisi Simon, süt dağıtma sırasının kendinde olduğunu hatırlar ve hızla sınıfa koşar. Dolaptan sütleri alarak sınıfa koşan Simon kapıda dehşete kapılarak durur, ellerindeki sütler yerlere saçılır. Bunun sebebini kamera sınıfa doğru çevrildiğinde anlarız. Sınıf öğretmeni Martine Lachance kendisini sınıfın tavanına asarak intihar etmiştir. Simon’un ardından gelen Alice’de trajik sahneye şahit olmuştur.
Okul yönetimi çocukların psikolojilerini korumak amacıyla psikolog görevlendirirken sınıfa yeni bir öğretmen aramaktadır. Öğrenciler de birbirleriyle, ebeveynlerinin kafayı yemek üzere olduğu bilgisini paylaşırken aynı zamanda yeni öğretmenlerinin nasıl biri olacağının kaygısını yaşamaktadır. İntihar vakasından dolayı kimsenin çalışmak istemediği okula bir gün elinde gazete ilanı ile Beşir Lazhar gelir. Uzun boyu, seyrelmiş kıvırcık saçları, top sakalı ve sevecen yüzü ile sempatik bir görünüme sahip olan Lazhar, işi almaya kararlıdır. Cezayir’de 19 yıl ilkokul öğretmenliği yaptığını, çocukları çok sevdiğini, yarı zamanlı, tam zamanlı, mesaili fark etmeksizin her tülü şartta çalışabileceğini söyleyerek işi alır ve yasal prosedürün tamamlanmasını beklemeden bir an önce başlamak istediğini belirtir.
‘Beşir ne demek’ diye soran öğrencilere Beşir’in müjdeci, Lazhar’ın şanslı anlamına geldiğini belirten Lazhar, ‘müjdemiz ne peki’ diye takıldıklarında da ‘müjde olan da sizin aranıza katılmam’ diyerek özgüvenli, sıra dışı bir profil çizer. Fakat 11-12 yaşındaki çocuklara dikte çalışması yaptırması, bunu da o yaş grubuna göre oldukça ağır gelebilecek ‘Vadideki Zambak’ romanıyla yapması, gramer bilgisinin değişen kurallardan habersiz olması, buruşturduğu kağıdı arkadaşına atan çocuğun ensesine tokat patlatması, takım ruhu sağlamak için U şeklinde dizilmiş sıraları düzlemesine dizmesi vb. uygulamalarıyla Lazhar’ın aslında oldukça sıradan hatta arkaik bir öğretmen tiplemesi olduğu anlaşılır. Hatta bu uygulamaları başını da ağrıtır. Arkadaşına kağıt attığı için vurduğu Simon’un arkadaşından özür dilemesini sağlamıştır ancak kağıt atılan kızdan ‘Sizin de Simon’dan özür dilemeniz gerekir, zira burası Suudi Arabistan değil’ uyarısını alır. Aynı konuyla ilgili okul idaresi tarafından da uyarı alan Lazhar, çocuklara vurmanın kanunen yasak olduğunu, vurmanın yanı sıra dokunmanın, sarılmanın yani her türlü temasın yasak olduğunu, bu konuda ‘sıfır tolerans’ ilkesinin geçerli olduğunu öğrenir. Sınıf psikoloğunun sınıfın düzelmeye başladığını, görevinin sona erdiğini söylerken ‘sınıfları hastane gibi olsa da hiçbiri hasta değil, biraz renk katabilirsiniz’ diyerek iğnelemede bulunurken çocuklarını hafif dozlu eleştirdiği velilerden de ‘kızımızı eğitmenizi değil ona öğretmenizi tercih ederiz’ şeklinde uyarılar alır.
İltica başvurusu yaptığı mahkemenin duruşmasında verdiği ifadeden Cezayir’de öğretmenlik değil restoran işletmeciliği yapmış olduğunu öğrendiğimiz Lazhar, buna rağmen çok çabuk öğreniyordur. İyi niyeti ve samimiyetiyle çocuklara ulaşmayı başarmış, onların güvenini kazanmıştır. Toplu fotoğraf çekiminde hep bir ağızdan ‘cheese’ demek yerine ‘beşiiir’ diye gülümsemeyi tercih etmelerini sağlayacak kadar da yüreklerine temas edebilmiştir.
Sınıfta yaşanan intihar olayı unutturulmaya çalışılıp her şeyin normale dönmesi beklenirken aslında konuşulmayan hiçbir şeyin çözümlenmediğini, Lazhar’ın sınıfa verdiği şiddet konulu kompozisyon ödevini sınıfta okuttuğu Alice’in şu etkileyici satırları açığa vuracaktır:
‘’Güzel okulum. En güzel okul olmayabilir ama o benim okulum. Okula yeni başladığımda annem okulumun ne kadar güzel olduğunu söyleyip duruyordu. Altı yılın sonunda ben de çok güzel olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu okul benim. Futbol ve voleybol oynamaya müsait geniş bir bahçesi var. Bizimle ilgileniyorlar. Bitli olup olmadığımızı kontrol ediyorlar. Dişlerimize bakıyorlar. Agresif ya da hiperaktif isek söylüyorlar. Ama bu güzel okul Martine Lachance’ın intihar ettiği okul. Bir çarşamba gecesi mavi fularını boruya dolayarak intihar ettiği. Annem pilot olduğu için uzaklardaydı. Yanımda olmasını çok isterdim. Çünkü çok zor bir dönemden geçiyordum. Martine hayatından umudunu kesmiş olmalı. Yaptığı son şey düşebilmek için sandalyesini tekmelemek oldu. Bazen keşke bu kadar şiddet içeren mesaj bırakmasaydı diyorum. Biz şiddet içeren bir şey yapınca uzaklaştırılıyoruz. Ama Martine Lachance öldüğü için biz onu okuldan uzaklaştıramıyoruz.’’
Bu satırlardan etkilenen Lazhar, idareye bu yazıyı tüm okula dağıtmayı teklif eder lakin yazıda ölümden bahsedildiği, şiddet içerdiği ve Martine’e saygısızlık edildiği gerekçesiyle reddedilir. Lazhar, her ne kadar ‘şiddet içeren yazı değil hayatın kendisi ve asıl saygısızlığı kendisini sınıfta asarak öğrencilerine yapan Martine değil mi?’ diye sorgulasa da duvara laf anlatmak mümkün olmayacaktır.
Kullandığı krizalit metaforunun kapsamına çocukların da girdiğini fark eden Lazhar, onların iç dünyasına girip okul idaresinin ve ebeveynlerin ısrarla gündeme getirilmemesi için çabaladıkları olayı masaya yatıracak çocukların içini dökmesini sağlayacaktır. Olay kısaca şöyle gelişmiş; İntihar eden öğretmen, Simon’a evinde özel ders verirken bir ders esnasında çocuğa teselli etmek amaçlı sarılmış, kendisine annesi gibi davranmasından hoşlanmayan Simon’da ‘beni öptü’ diyerek şikâyet etmiş. O sıralar depresyonda olan ve sık sık panik atak geçiren öğretmen de bu olayı kaldıramamış ve süt sırasının Simon’da olduğu güne denk getirerek kendisini sınıfa asmış. Simon, öğretmenin ölümünden kendisini sorumlu tutan Alice’in, sürekli vicdanına yaptığı baskıya dayanamayıp bunları sınıfta ağlayarak ve ‘değil, de ne olur’ der gibi yalvarırcasına ‘Olanlar benim suçum değil, değil mi? Benim suçum mu?’ diye sorarak anlatır.
‘Sınıf adeta evdir. İçinde arkadaşlık, emek, saygı vardır…’ yaklaşımıyla hem çocukların birbirleri arasındaki sorunları hem de yaşadıkları travmanın ağır yükünü sevgi ve şefkatle hafifletirken aslında öğretmenlik yaptığı öğrencilerden pek çok şey öğrenen Lazhar, acılarını aşmayı da bir anlamda çocuklardan öğreniyor. Kültürel açıdan tamamen yabancı olmasına rağmen insanlık ortak paydasında buluştuğu öğrencileriyle duygu bağı kuruyor ve onların masum dünyasına sığınarak, aşmaya çalıştığı kendi acılarını çocukların travmasına merhem olma aşamasında dindiriyor. Korkunç acılar yaşamış, tüm ailesini kaybetmiş, vatanından kovulmuş yersiz yurtsuz kalmış, yabancı diyarlarda bir kaçak göçmen olarak yalnız başına hayata tutunmaya çabalarken, bunu yakın zamanda trajik bir olay yaşamış sınıfla birlikte yapıyor, kendisini ve öğrencilerini kozalarından çıkarmaya çalışıyor. Öğrencilerine vedasını girişte alıntıladığımız fabl’la yapan Lazhar’ın dışarıya yansıtmadığı iç dünyasını ele veren en iyi sahne, sınıfta evrak işlerine yoğunlaşmış çalışırken dışarıdan gelen gürültülü müziğin birden Cezayir ezgilerine dönüşmesiyle ayağa kalkıp yaptığı yerel dans figürleri ile kendinden geçtiği sahneydi belki de.
Öğretmenin öğrencileriyle birbirlerini tedavi edebildikleri bir ortamda okul idaresi ve ebeveynlerin yaklaşımlarındaki farklılık dikkatleri çekiyor. Bir öğrencinin ‘herkes travma yaşadığımızı zannediyor. Ama asıl travma yaşayan veliler.’ cümlesinde açığa çıkan velilerin yaklaşımlarındaki yanlışlıklar, ebeveynlerin çocuklardan daha çok eğitime muhtaç olduğunu gösterdiği gibi olaylar karşısında çocukların büyüklerden çok daha olgun durabildikleri ve aynı şekilde sorunlarını çözümleyebildiklerini, büyüklerin panikle devreye girdiklerinde işleri daha da zora sokup çocukların hayatını zorlaştırabildiklerini gösteriyor. Aynı şekilde okul idaresi ve öğretmenlerin aşırı korumacı yaklaşımları da problemi gidermeye yardımcı olmadığı gibi zarar verici olabiliyor. Yönetim, veliler ve öğretmenler intihar olayının hiçbir şekilde gündeme gelmemesinden ve çocukların psikolojisini korumak amacıyla hiç yaşanmamış gibi davranılmasından yanayken Lazhar, konuşmanın, içini dökmenin, dinlemenin, dokunmanın, paylaşmanın mucizevi etkisini ve tedavi edici gücünü biliyor ve tepkilere rağmen uyguluyor. Acıyı, travmayı örtmek, ondan kaçınmak değil onunla yüzleşmek gerektiğinin farkında olan, ‘insanlara nasihat için ölüm kâfidir’ felsefesine sahip, ölümle barışık yaşayan bir kültürden gelen Lazhar, hayata tek dünyalı pencereden baktığı ve maddeyi kutsadığı için ölümü hatırlamaktan hatta ölüm kelimesini kullanmaktan bile kaçınan batılı insanın kırılgan psikolojik yapısını anlamlandırmakta güçlük çekiyor.
Aynı şekilde Beden Eğitimi öğretmeninin şu haklı itirazında gündeme gelen çocuklara dokunma yasağını da anlayamıyor Lazhar:
‘‘Sırtını sıvazlamak bile yasak. Çocuklar radyoaktif atıklarmışız gibi çalışıyoruz. Eller yukarı yoksa yanarsın. Atlama beygirinde dokunmadan çalıştıramadığım için elimde düdük uzaktan at gibi koşturuyorum çocukları.’’
Bir çocuğun başını okşamak, sırtını sıvazlamak, güzel sözlerin yanı sıra sevgisini hissettirecek şekilde dokunmak ona güven duygusu kazandıracağı gibi onların iletişime açık hale gelmesini, öz güven kazanmalarını da beraberinde getirecektir. Eğitimcileri potansiyel sapık kategorisine sokup en basit sevgi ve güven aşılama amaçlı dokunuşları dahi cinsel istismar sınıflandırması içine almak çocuğun psikolojik gelişiminde daha zararlı sonuçlara yol açacağı gibi abartılı kuralcı bu yaklaşım nedeniyle bazı kötü niyetli öğrencinin bu durumu istismar edebileceği de göz ardı edilmemelidir. Ana sınıfı öğrencisinin iftirasına uğradığı için hayatı karartılan ‘Hunt’ filmindeki öğretmenin yaşadığına benzer bir iftiraya maruz kalan Martine Lachance, kendi canına kıydığı gibi sınıfa ilk girenin iftira atan çocuk olacağını bildiği bir gün intihar ederek çocuğun da hayatını karartabiliyor.
Filmde dikkat çeken ayrıntılardan biri de en basit fiziksel teması şiddet olarak değerlendirip öğrenciyi okuldan uzaklaştırması, öğretmeni ciddi şekilde uyarıp gözdağı vermesiyle insana değer verdiği izlenimi veren anlayışın, muhatap öteki olduğunda bu hassasiyetini kaybetmesiydi. Lazhar’a sürekli laf aralarında farklı kültürden geldiğini hatırlatmaları hatta geldiği kültürü aşağılamak amaçlı, o kültürü temsil ettiğini düşünerek karikatürize ettikleri Suudi Arabistan benzetmesini sık sık kullanmalarının ötekileştirici şiddet kapsamına girdiğini göz ardı ettiklerinden kaynaklandığını görüyoruz. Batının öteki olarak nitelediği din, dil, ırk ve kültürleri aşağı kategori olarak görme alışkanlığının ve onlara karşı hegemonik bakış açısının ilkokuldaki çocuktan velisine kadar toplum katmanlarına sindiğini göstermesi bakımından önemliydi.
Çok farklı birçok konuyu irdeleyen film bir yanıyla siyasi göndermelerle iltica kavramına değinirken diğer yanıyla şiddet kavramına yoğunlaşıyor. Bunları eğitim temalı bir hikâye içinde mezcederek çocukların eğitiminde eğitimcilerin ve ebeveynlerin yanlışlarını tartışmaya açıyor. ‘Veda’ kavramının özel bir muameleye tabi tutulduğu film çarpıcı finaliyle iz bırakırken, dünyanın en iyilerinden olarak kabul edilen Kanada eğitim sistemi hakkında da önemli veriler sunuyor. 2012 yılı Oscar ödüllerinde ‘En İyi Yabancı Film’ kategorisinde aday olup ödülü İran yapımı ‘A Seperation’ a kaptıran ‘Monsieur Lazhar’ filmi başta Alice ve Simon’u canlandıran çocuklar olmak üzere diğer çocukların ve Lazhar’ı canlandıran Mohamed Fellag’ın müthiş performansıyla dikkat çekiyor.
Filmin hikâyesi içinde kendine başat bir yer edinmiş hüznü zirveye çıkaran ve Lazhar’ın herkese kapattığı iç dünyasına girebilmemizi sağlayan zeytin ağacının hikâyesinden yaptığımız çıkarımla Lazhar’ın ruh halini çözümlemeye çalışarak bitirelim;
Beşir Lazhar, öğrencilerine okuduğu fabldaki zeytin ağacının krizaliti koruyamadığı gibi karısı ve çocuklarını hayatın içindeki şiddetten koruyamamıştı. Yaşadığı trajedinin ardından başka bir coğrafyada krizalit gibi yaşama doğma sancıları çekerken kendisi gibi bir sınıf dolusu krizalitle tanıştı. Kalbi ailesinin can verdiği yangında kül olmuş, alevlere boğulmuş, kedere boğulmuştu ama artık krizalit gibi yeni hayatına doğarken bir yandan da zeytin ağacı olup sınıfındaki krizalitleri koruyacak, kelebek olmalarına yardımcı olacaktı. Artık dalına konan kuşlara kozalarından çıkan kelebeklerin nasıl uyandıklarını, kanat çırpışlarını, mavi gökyüzünde uçtuklarını, özgürlükten sarhoş olduklarını anlatabilecekti.